Soru

Sadece Allah'ın Bildiği Beş Şey

'Yağmuru O yağdırır ve ana rahmindekini O bilir' ayet-i kerime meallerinin tefsirini sormak istiyorum. Amenna ve saddekna inandık iman ettik ama kalbimin ve aklımın da tatmin olması için yardımcı olabilirseniz çok sevinirim. 

Tarih: 9.07.2014 13:37:41
Okunma: 4870

Cevap

Bu suale Üstad Bediüzzaman hazretleri cevap vermiştir. Şöyle ki,

"Yalnız suâlinizin temas ettiği bir iki noktaya gāyet mücmel işaret edeceğiz. Bu suâlinizin meâli gösteriyor ki: Ehl-i ilhâd tarafından tenkîd sûretinde mugayyebât-ı hamseden yağmurun gelmesi vaktine ve rahm-i mâderdeki ceninin keyfiyetine i‘tirâz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhânelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzûlü keşfediliyor. Onu, Allah’dan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâıyla rahm-i mâderdeki ceninin müzekkermüennes olduğu anlaşılıyor. Demek, mugayyebât-ı hamseye ıttılâ‘ kābildir.

Elcevab:Yağmurun vakt-i nüzûlü bir kaideye merbût olmadığı için, doğrudan doğruya meşîet-i hâssa-i İlâhiye ile bağlı ve hazîne-i rahmette hususî irâdeye tâbi‘ olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinâtta en mühim hakîkat ve en kıymetdar mâhiyet; vücûd ve hayat ve nûr ve rahmettir. Bu dört şey perdesiz, vâsıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiyeye ve meşîet-i hâssa-i İlâhiyeye bakar. Sâir masnûâtta zâhirî esbâb, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Vemuttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irâde ve meşîete hicab oluyorlar. Fakat vücûd ve hayat ve nûr ve rahmette, o perdeler konulmamış. Çünki perdelerin sırr-ı hikmeti, o dördünde cereyân etmiyor. Madem vücûdda en mühim hakîkat, hayat ve rahmettir; yağmur, hayata menşe’ ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak. Kaide veyeknesaklık dahi, meşîet-i hâssa-i İlâhiyeyi setr etmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, her şeyde şükür ve ubûdiyete ve suâl ve duâya mecbûr olsun. Eğer bir kaide dâhilinde olsaydı, o kaideye güvenilecek, şükür ve recâ kapısı kapanacaktı. Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu ma‘lûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi‘ olduğundan, güneşin çıkması için duâ edilmiyor ve çıktığına dâir şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gāibden sayılmıyor. Fakat 

yağmurun cüz’iyâtı bir kaideye tâbi‘ olmadığı için, her vakit insanlar recâ ve duâ ile dergâh-ı İlâhîye ilticâya mecbûr oluyorlar. Ve ilm-i beşerî, vakt-i nüzûlünü ta‘yîn edemediği için, sırf hazîne-i rahmetten bir ni‘met-i hâssa telakkî edip, hakîkî şükürediyorlar. İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzûlünü, mugayyebât-ı hamseye idhâl ediyor. Rasadhânelerdeki âletle, yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini ta‘yîn etmek, gaybı bilmek değildir. Belki gaybdan çıkıp âlem-i şehâdete takarrübü vaktinde, bazı mukaddemâtına ıttılâ‘ sûretinde bilmektir. Nasıl, en hafî umûr-u gaybiye vukūa geldikte veyahud vukūa yakın olduktan sonra hiss-i kablelvukūun bir nev‘i ile bilinir. O, gaybı bilmek değildir; belki o, mevcûdu veya mukarrebü’l-vücûdu bilmektir. Hatta ben kendi a‘sâbımda bir hassâsiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı ve mebâdîleri var. O mebâdîler, rutûbet nev‘inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hâl, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin, gaybdan çıkıp daha şehâdete girmeyen umûra vusûlüne bir vesîle oluyor. Fakat daha âlem-i şehâdete ayak basmayan ve meşîet-i hâssa ile rahmet-i hâssadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzûlünü bilmek ilmi, Allâmü’l-Guyûb’a mahsûstur.

Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuâıyla rahm-i mâderdeki çocuğun erkek ve dişi olduğunu bilmek, وَ يَعْلَمُ

مَا فِي الْأَرْحَامِ âyetinin meâl-i gaybîsine münâfî olamaz. Çünki âyet, yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki

o çocuğun acîb isti‘dâd-ı husûsîsi ve istikbâlde kesbedeceği vaz‘iyetine medâr olan mukadderât-ı hayatiyesinin mebâdîleri, hatta sîmâsındaki gāyet acîb olan sikke-i samediyeti muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyûb’a mahsûstur. Yüz bin röntgen-misâl fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrâd-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i fârikası bulunan, yalnız hakîkî sîmâ-yı vechîsini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sîmâ-yı vechî sikkesinden yüz def‘a daha hârika olan, isti‘dâdındaki sîmâ-yı ma‘nevîyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Hayat ve rahmet, bu kâinâtta en mühim hakîkatlerdir ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi‘ hakîkat-i hayatiyenin, bütün incelikleriyle ve dekāi­kiyle, irâde-i hâssaya ve rahmet-i hâssaya ve meşîet-i hâssaya bakmalarının bir sırrı şudur ki; hayat, bütün cihâzâtıyla ve bütün cihâtıyla şükür ve ubûdiyet ve tesbîhin menşe’ ve medârı olduğundandır ki, irâde-i hâssaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik; ve rahmet-i hâssaya perde olan vesâit-i zâhiriye konulmamıştır.

Cenâb-ı Hakk’ın, rahm-i mâderdeki çocukların sîmâyı maddî ve ma‘nevîlerinde iki cilvesi var: Birisi: Vahdetini ve ehadiyetini ve samediyetini gösterir ki, o çocuk a‘zâ-yı esâsiyede ve cihâzât-ı insaniyenin envâında sâir insanlarla muvâfık ve mutâbık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine şehâdet ediyor. O cenin, bu lisânıyla bağırıyor ki: “Bana bu sîmâ ve a‘zâyı veren kim ise, bütün esâsât-ı a‘zâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi odur. Ve hem bütün zîhayatın sânii odur.” İşte rahm-i mâderdeki ceninin bu lisânı, gaybî değildir. Kaideye ve ıttırâda ve nev‘iyete tâbi‘ olduğu için ma‘lûmdur, bilinebilir. Âlem-i şehâdetten âlem-i gayba girmiş bir daldır, bir dildir. İkinci cihet: Sîmâ-yı isti‘dâdî-i husûsîsi ve o sîmâ-yı vechî-i şahsîsi lisânıyla, Sâniinin ihtiyârını ve irâdesini ve meşîetini ve rahmet-i hâssasını ve hiçbir kayıd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisân, gaybü’l-gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kablelvücûd bunu göremiyor ve ihâta edemiyor. Rahm-i mâderde iken, bu sîmânın binde bir cihâzâtı görünmekle, bilinmiyor. Elhâsıl: Ceninin sîmâ-yı isti‘dâdîsinde ve sîmâ-yı vechîsinde hem delîl-i vahdâniyet var, hem ihtiyâr ve irâde-i İlâhiyenin hucceti vardır. Eğer Cenâb-ı Hak muvaffak etse, mugayyebât-ı hamseye dâir bazı nükteler yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla hâlim ve vaktim müsâade etmedi, hâtime veriyorum. 

 اَلْبَاق۪ي هُوَ اَلْبَاق۪ي Saîdü’n-Nûrsî" (16. Lema)




Yorum Yap

Yorumlar