"Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim" (Süyûtî, ed-Dürrü’l Mensûr, 3:536.) ifadesini nasıl anlamalıyız?
Bu ifade, Allah’ın kelamının (sözlerinin) her dildeki en güçlü sözlerden daha etkileyici, en derin anlamlara sahip ve en doğrusu olduğunu gösterir. Yani insanlar ne kadar etkileyici konuşursa konuşsun, onların sözleri sınırlıdır. Ama Allah’ın kelamı, bütün dillerin en etkili ve en güçlü sözlerini bile aşan bir güce sahiptir. Çünkü Cenab-ı Hak, Alîm olması nedeniyle tüm ilimleri yaratandır.
Allah'ın bir hayvana veya bir nesneye hitabı birbirinden farklı olduğu gibi; eşref-i mahluk olan insana hitabı da değişiktir. Risale-i Nur'da bu konudan şöyle bahsedilmiştir: ''Öyle ise, eğer Musa Aleyhisselâm’ın Tûr-u Sînâ’da işittiği Kelâmullâh tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi. Ve merci‘ edemezdi. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş: اَهٰكَذَا كَلَامُكَ؟ قَالَ اللّٰهُ ل۪ي قُوَّةُ جَم۪يعِ الْاَلْسِنَةِ' (Senin kelâmın böyle midir?' Allah buyurdu: 'Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim.)'' [1]
“Kur’ân’ın menbaı (kaynağı) bulunan kelâm-ı ezelînin (Allah’ın ezelî kelâmının) kelimâtını (kelimelerini) saymak için; denizler mürekkeb olsalar, zîşuûrlar (akıl sâhibleri) kâtib olsalar, nebâtâtlar (nebatlar) ve ağaçlar kalem olsalar, belki zerrât (zerreler) kalem ucu olsalar yine bitiremezler. Çünki bunlar mütenâhî (sonlu); o ise nihâyetsizdir (sonsuzdur).” [2]
Rabbimizin kelamının ne kadar güçlü olduğu hakkındaki ayetler ve izahları da şunlardır:
“Eğer gerçekten yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz de (mürekkeb olup) arkasından yedi deniz daha ona yardım etse, Allah’ın kelimeleri (yazılmakla) tükenmez! Muhakkak ki Allah, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen)dir, Hakîm (her işihikmetli olan)dır.” [3]
“(Habîbim, yâ Muhammed!) De ki: “Yemîn olsun ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, (yine) onun benzerini getiremezler.”(*) [4]
(*) “(Bu âyetin) ifâde ettiği azîm ma‘nâ ve büyük hakîkat, kāsırü’l-fehm (anlayışı kısa) olanlarca ve dikkatsizlikle mübâlağalı bir belâğat (abartılı bir ifâde tarzı) için muhâl bir sûret (imkânsız bir şekil) zannediliyor. Hâşâ! (Aslâ!) Mübâlağa değil, muhâl bir sûret değil, ayn-ı hakîkat (hakîkatin ta kendisi) bir belâğat ve mümkün ve vâki‘ (olmuş) bir sûrettedir. O sûretin bir vechi (yönü) şudur ki, yani ‘Kur’ân’dan teraşşuh etmeyen (süzülmeyen) ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin (insanların ve cinlerin) bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzîr edemez (benzerini yapamaz)’ demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor.” [5]
“Eğer (biz) bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, doğrusu (sen) onu Allah korkusundan boyun eğmiş, param parça olmuş görürdün! (Biz) bu misâlleri insanlara, tâ ki düşünsünler diye getiriyoruz.” [6]
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, Istanbul 2012, say.140
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Lem‘alar, Altınbaşak Neşriyat, Istanbul 2012, say.294
[3] Lokman Suresi, 31/27.
[4] İsra Suresi, 17/88.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, Istanbul 2012, say.40, 41.
[6] Haşr Suresi, 59/21.