İslâm tarihinde “ömürden ömre verme” meselesi hem hadislerde yer alan örnekler hem de İslâm büyüklerinin yaşadığı manevî tecrübeler sebebiyle olması imkansız bir konu değildir. İnsanların sevdikleri uğruna kendini feda etmeyi dile getiren sözleri, onların gönüllerindeki samimiyeti ve teslimiyeti gösterir. Bu sebeple sahâbîlerin Peygamber Efendimize (sav) yönelttiği “Anam babam sana feda olsun” sözü, bir insanın sevdiğine tüm varlığını verme niyetinin ne kadar güçlü olduğunu gösteren en açık ifadelerdendir. Bu tür sözler hem sahâbelerin teslimiyetini ifade eden bir dua hükmünde olmuş, hem de ümmete böyle bir niyetin uygun olduğunu göstermiştir. Çünkü duada sınır yoktur. Kul içinden gelen samimiyetle ister. Allah ise dilerse kabul eder, dilerse başka bir hikmetle farklı bir şekilde cevap verir.
İslâmî kaynaklarda Allah’ın kullarının ömürlerini ve rızıklarını anne rahmindeyken tayin ettiği bildirilir. Bununla birlikte sadaka vermek, akrabayı ziyaret etmek, ana-babayı razı etmek gibi bazı güzel amellerin ömrün bereketlenmesine ve uzamasına vesile olacağı hadislerde ifade edilmiştir. Bu mânâda bir kaç hadis-i şerif aktaracak olursak;
Kim, rızkının genişletilmesini, ömrünün uzatılmasını isterse sıla-i rahim (akraba ziyareti) yapsın.1
Ömrü yalnız iyilik uzatır, kaderi de ancak dua geri çevirir (değiştirir).2
Şüphesiz ki Müslümanın verdiği sadaka ömrünü uzatır ve kötü bir şekilde ölmesine mâni olur.3
Bu bilgiler, ömür meselesinin tamamıyla Allah’ın iradesi altında olduğunu, insan için kapalı gibi görünen pek çok alanın Allah'ın iradesiyle değişebileceğini göstermektedir. Mesela, bir Müslüman, içten bir niyetle “Allah’ım benim ömrümden al, sevdiğime ver” diye dua edebilir. Böyle bir dua İslâm inancına aykırı değildir. Bu niyet, sahâbenin “canımız, malımız, anamız ve babamız sana feda olsun” ifadelerinin günümüz dilindeki bir karşılığıdır. Ayrıca kişinin başkası için kendi hayatını tehlikeye atması da bir yönüyle ömrünü ona siper etme mânâsı taşır. Mesela, savaş meydanlarında bir askerin komutanı yahut kardeşi için kendini kalkan etmesi, hayatını başkası uğruna ortaya koyması bu hakikatin en açık örneklerindendir. Bu noktada Hz. Âdem (as) ile Hz. Dâvûd (as) arasında yaşanan ömür verme olayı hadis-i şerifte şöyle aktarılmaktadır:
Allah, Adem’i yarattığında onun sırtını sıvazladı ve kıyamete kadar yaratacağı her canlı ondan küçük parçalar halinde bir kenara döküldü. Bunlardan her insanın iki gözü arasında bir parıltı yarattı, sonra onları Adem’e sundu.” Bunun üzerine Adem dedi ki: “Ey Rabbim! Bunlar kimdir?” Allah: “Bunlar senin zürriyetindendir” buyurdu. İçlerinden bir adam gördü ve onun gözleri arasındaki nurun parıltısı hoşuna gitti ve “Ey Rabbim bu kimdir?” dedi. Allah: “Bu senin zürriyetinden gelen son ümmetlerden bir kişidir ki adı Dâvûd’tur.” Adem: “Rabbim onun ömrü ne kadardır” dedi. Allah “Altmış sene” buyurdu. Adem: “Benim ömrümden ona kırk yıl ilave et” dedi.
Adem’in ömrü dolunca ölüm meleği kendisine geldi. Adem: “Daha kırk yıllık ömrüm yok mudur?” dedi. Ölüm meleği: “Bu kırk yılı oğullarından Dâvûd’a vermedin mi?” diye karşılık verdi.4
Bu olay, Allah’ın dilediğinde bir kulun ömründen başka bir kula verebileceğini ve bunun yaratılışın başlangıcından beri mümkün olduğuna işaret eder. Bu durum, Allah'ın kudretin genişliğini göstermektedir. Aynı şekilde bazı âlimlerin hayatlarında da buna benzer manevî haller görülmüştür. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle demektedir:
Ben merhum Hâfız Alî’yi unutamıyorum. Onun acısı beni sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedâkâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim o merhum, benim yerimde gitti.5
Hâfız Alî’nin benim bedelime birkaç emâre ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzî de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevâfuku, kuvvetli bir emâredir ki, bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, ma‘nen hastalığımı kısmen kendine aldı.6
Bediüzzaman Hazretlerinin Hâfız Ali ve Hasan Feyzi Ağabeyler hakkında anlattıkları, bu manevî fedakârlığın çağımızdaki yansımalarıdır. Bediüzzaman Hazretleri, Hâfız Ali’nin zehirlenme hadisesinde kendi yerine gittiğini ifade ederken, “Eski zamanda fedakâr zatlar, dostu yerine ölürlerdi; zannederim o merhum benim yerimde gitti” diyerek bu manevî hakikatin bir yansımasını dile getirmiştir. Hasan Feyzi’nin kendi hastalığıyla aynı anda, aynı tarzda hastalanıp vefat etmesini de yine manevî fedakarlık sırrıyla açıklamıştır. Yine Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle demektedir:
Risâle-i Nûr’un kahramanı Husrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samîmî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te’lîf zamanı değil, şimdi neşir zamânıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyâde ve neşre fâideli ise, hayatın dahi hizmet-i nûriyede benim bu azâblı hayatımdan o derece fâidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.7
Yani, öncelikle Ahmed Husrev Efendi kendi ömründen ve sağlığından Bediüzzaman Hazretlerine vermeyi ciddi bir şekilde istediğini anlıyoruz. Daha sonra Bediüzzaman Hazretleri onun yaptığı hizmetin daha büyük olduğunu nazara vererek, Ahmed Hüsrev Efendi için memnuniyetle ömründen ve sağlığından vermek İstediğini açıkça söylemiştir.
Bütün bu örnekler gösteriyor ki, Allah dilediğinde kulunun ömrüne farklı şekilde tasarruf edebilir. Bu, O’nun kudreti için son derece kolaydır. Ancak bu tür olaylar sıradan bir durum değil, özel kullar ve özel hallerle ilgili nâdir görülen bir İlâhî bir ihsandır.
Sonuç olarak, bir insanın başkası için ömründen vermeyi dilemesi hem sahâbîlerin ifadelerinde hem de İslâm büyüklerinin hayatında manevî bir fedakârlık olarak kendini göstermiştir. Allah’ın kudreti her şeye yeter, dilerse kulun ömrünü bereketlendirir, dilerse sevdiği bir kulun duasını kabul edip başka birinde farklı bir şekilde yansıtır. Hz. Âdem (as) kıssası ve hakikat ehlinin yaşadığı olaylar, bu kapının tamamen kapalı olmadığını aksine bazı özel hallerde İlâhî bir lütuf olarak gerçekleşebileceğini gösteren önemli işaretlerdir. Bununla birlikte bu durum bir kural değil, Allah’ın özel tasarruflarına bağlı nadir bir haldir. Kul ise her zaman niyetiyle, duasıyla ve fedakârlığıyla değer kazanır. Çünkü Allah samimi niyeti bilir, dilerse o niyeti en güzel şekilde sonuçlandırır.
Buhârî, Edeb, 5985.; Müslim, Birr, 4/1982.
Tirmizî, Kader, 2139.
Ebû Bekir Muhammed b. Hasen el-Attâr, Cüz, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1/276 (833); Muhammed b. Abdilbâkî Kâdî Mâristân, Meşyaha, Dâru Alemi’l-Fevâid, 3/1216-1217 (604).
Tirmizî, Kader 8
Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 401.
Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-2, Hayrat Neşriyat, Isparta 2019, s. 311.
Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2019, c.1, s. 306.

