"İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in‘ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbûldür." Cümlesini izah edebilir misiniz?
Bahse konu olan yer şöyledir:
“Evvelâ rızâ-yı İlâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabûl-ü Rabbânî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o teveccüh-ü rahmetin in‘ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbûldür. Yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünki kabir kapısında söner, beş para etmez.”(29. Mektup)
Eğer insanların teveccühü Allah'ın teveccühünün bir yansıması ise o zaman makbuldür. Yani bir kimsenin takva ve salih amelleri dolayısıyla Allah o kişiye merhamet nazarıyla bakar. Bundan dolayı insanların da o kişiye teveccüh ettirir. Ehl-i kemal ve evliya zatlar gibi. O zaman bu teveccüh makbul olabilir. Yoksa Allah'a yakınlık dolayısıyla değil de başka şeyler için teveccüh varsa bu makbul değildir. Önemli olan Allah'ın rızasını ve iltifatını kazanmaktır. Allah kabul etse yeterlidir.
Bahse konu olan yerin devamı aslında buna güzel bir cevaptır. Şöyleki,
"Hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izâle edilmezse, yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki: Sevâb-ı uhrevî için duâlarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü te’sîri noktasında gelecek temsîldeki sırra binâen, belki o hissin meşrû‘ bir ciheti bulunur. Meselâ, Ayasofya Câmii ehl-i fazl ve kemâlden mübârek ve muhterem zâtlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup, câmiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlenceperest seyircileri bulunsa, bir adam o câmi‘ içine girip ve o cemâat içine dâhil olsa, eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okusa, o vakit binler ehl-i hakîkatin nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, ma‘nevî bir duâ ile o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübârek câmiye ve o muazzam cemâat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edebsizce fuhşa âit şarkıları bağırıp çağırsa, raks edip zıplasa, o vakit o haylaz çocukları güldürecek. O serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvîk ettiği için hoşlarına gidecek. Ve İslâmiyet’in kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârane tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübârek cemâatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkîr celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukūt derecesinde nazarlarında alçak görünecektir. İşte aynen bu misâl gibi, âlem-i İslâm ve Asya muazzam bir câmi‘dir. Ve içinde ehl-i îmân ve ehl-i hakîkat o câmi‘deki muhterem cemâattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, firenk-meşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin nâşir-i efkârı olan gazetecileridir. Her bir müslüman, hususan ehl-i fazl-ı kemâl ise, bu câmi‘de derecesine göre bir mevkii olur, görünür. Nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyet’in bir sırr-ı esâsı olan ihlâs ve rızâ-yı İlâhî cihetinde Kur’ân-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakāik-i kudsiyeye dâir harekât ve a‘mâl ondan sudûr etse, lisân-ı hâli ma‘nen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit ma‘nen âlem-i İslâmın her bir ferdinin vird-i zebânı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ duâsında dâhil olup hissedar olur. Ve umumu ile uhuvvetkârânealâkadâr olur. Yalnız hayvânât-ı muzırra nev‘inden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam medâr-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medâr-ı iftihâr bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinâd telakkî ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nûrânîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid‘akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, ma‘nen bütün ehl-i hakîkat ve ehl-i îmânın nazarında en alçak mevkie düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ sırrına göre, ehl-i îmân ne kadar âmî ve câhil de olsa, aklı derk etmediği halde, kalbi öyle hodfurûş adamları görse, soğuk görür. Ma‘nen nefret eder. İşte ey hubb-u câha meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam! İkinci adam, hadsiz bir cemâatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhûs bir mevki‘ kazanır. اَلْأَخِلآَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّق۪ينَ sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azab, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur. Birinci sûretteki adam, farazâ hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâs ve rızâ-yı İlâhîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihâz etmemek şartıyla, bir nevi‘ meşrû‘ makam-ı ma‘nevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki, o hubb-u câh damarını kemâliyle tatmîn eder. Bu adam az, hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder. Ona mukābil çok, hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel çok mübârek mahlûkları arkadaş bulur. Onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabânî eşek arılarını kaçırıp, mübârek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celb eder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki, dâimâ duâlarıyla âb-ı kevser gibi feyizler âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir. Ve defter-i a‘mâline geçirilir."