Üstad neden "zaman tarikat zamanı degildir" diyor?
“Zaman, Tarikat Zamanı Değildir”:
Üstad’ın “Zaman, tarikat zamanı değildir” sözüne gelince; onun bu sözden maksadı, “Tarikat batıldır veya tarikatın miadı doldu, bundan sonra tarikatla gidilmez” demek değildir. Ancak bu söz “Günahların yaygınlaştığı, bid’atların arttığı, küfrün hücum ettiği şu zamanda, yalnızca nefis terbiyesi yapmakla, Allah’a ulaşmaya çalışmakla, Müslümanların problemlerini çözemeyiz, halledemeyiz” demektir. Şöyleki:
İslâm tarihinde küfür ve bid’atla mücadele medresenin (kelâm alimlerinin) bir özelliği olarak görülür. Tekke, ehli küfür ve bid’atla değil, imanı olan kimselerle ilgilenmiş, onların nefsini terbiye etmeye çalışmıştır. Bu yüzden tekke münazara, delil, ispat usulüyle değil, telkin usulüyle hareket etmiştir. Alimlerin kitaplarıyla, mutasavvıfların kitablarına bakıldığı zaman bu daha net görülür. Bu yönüyle medrese ve tekke adeta bir vazife paylaşımı yapmış gibi görünmektedirler. İmam Gazali kelâmcılarla mutasavvıfları, hac yolculuğuna çıkmış kervanla, onların muhafızlarına benzetir. Hacca giden kafile mutasavvıflar, muhafızlar ise kelâmcılardır. Zaman zaman küfür ve bid’atla mücadele eden ehli tarikat olmuştur, fakat bunlar azınlıkta kalmıştır. (İşgalcilere karşı Libya’da Senusilerin, Kafkaslarda İmam Şamil’in direniş faaliyetleri farklı bir olaydır.)
Tarikatte asıl olan, teslimiyettir. Tarikata intisap eden şahıs şeyhine son derece teslimiyet ve bağlılık göstermek zorundadır. Hatta tarikatta “Mürid, şeyhin elinde gassalın elindeki ölü gibi olmalıdır” sözü yaygındır. (Keza geçmişdeki tasavvuf büyüklerinin sözleri de itirazsız kabul edilir. Yanlış telakki edilen şeyde bile, yanlışlık söyleyende değil, anlayanda kabul edilir.)
Hâlbuki günümüzdeki Batı felsefesi ve medeniyetinin yaygınlaşmasıyla insanların teslimiyeti kırılmıştır. Ehli tarikatın haricindeki insanların ekseriyeti bu teslimiyeti göstermiyorlar. Kimileri inancını kaybetmiş veya vesveselere düşmüştür. Kimi dinin bir kısmını kabul ediyor, bir kısmını “Aklım, almıyor.” diye inkâr ediyor. Pek çokları bidatlare girmiş, mezhepleri tarikatları inkâr edenler olmuştur, kimileri de bu teslimiyetin kırılması yüzünden fısk ve fucura düşmüştür. Böyle bir ortamda, teslimiyetle bu problemleri halletmek imkânsız hale gelmiştir. Bu problemleri halletmek delil ve ispatla, insanları ikna ve tatmin etmekle mümkündür.
Risâle-i Nûr delil ve ispatla Allah’ı inkâr eden münkirlerden, bidate düşmüş insanlara varıncaya kadar insaflı pek çok kimseyi ikna ederek doğru yola getirmiştir. Üstad 5. Mektup risalesinde ehli tarikatın, tarikat faaliyeti yapmakla beraber, imana hizmet konusuna da ağırlık vermesi gerektiğini söyler. Bu mektup için şöyle der:
“Şeriatın bir hizmetkarı ve bir vesilesi olan tarîkata mensub bazı zâtların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek, hakaik-i imâniyenin neşrinde tembellik ve lâkaydlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış. Ve velâyetin üç kısmını beyan edip, en mühim tarîkat olan velâyet-i kübra, [sırr-ı verasetle sünnet-i seniyeye ittibâ’’ ve neşr-i hakaik-i imâni’yede ihtimam] olduğunu ispat eder. Ve tarîkatların en mühim gâyesi ve faidesi ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imâni’ye, Risâle-i Nûr ile dahi olabildiğini ve Risâle-i Nûr’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi, fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor”(1)
***
Üstad Bedîüzzaman, meşrep tassubu yaparak ehl-i tarikati, tarikati bırakarak kendine tabi olmaya çağırmamış, tam tersine tarikati övmüş, fakat ehl-i tarikatin Risâle-i Nûr’a da sahip çıkmasını istemiştir. Onların hem tarikat faaliyetini hem de imân hizmetini yapmasını istemiştir. Bu konuda bazı ifadeleri şöyle:
“Nurlar, mektebleri tam nurlandırmağa başladı. Mektep şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahib ve naşir ve şakird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok alimlerden Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar. Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattir. Bütün kuvvetleriyle Nur Risâlelerini nurlandırmaları ve sahib çıkmaları lâzım ve elzemdir.(Haşiye)”(2) “Şimdiye kadar ben yalnız imân hakikatini düşünüp ‘Tarikat zamanı değil, bid’alar mani oluyor’ dedim. Fakat şimdi sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarikatin hülâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risâle-i Nûr dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikati dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatin en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor, kalbi mağlub olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlere ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.”(3)
“Daireye girmeden evvel bulduğu şeyhini daireye girdikden sonra da her ferd, o şeyhini ve o mürşidini dairede muhafaza edebilir. Fakat şeyhi olmayanlar daireye girdikden sonra ancak daire içinde mürşid arayabilir.”(4)
(1)Mektubat, s. 144 (Fihrist Risalesinden).
(2)Haşiye: İşte mühim bir nümunesi: Seydişehirli Hacı Abdullah’ın bütün mensubları hem Kastamonu’da hem Isparta’da hem Eskişehir’de Risâle-i Nûr dairesini kendi tarikat daireleri telakki etmişler ki, onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârane sahib çıkıyorlar. Onlara bin bârekâllah!
(3)Emirdağ Lâhikası.
(4)Lemalar, Altınbaşak Neşriyat, s. 300.