“Kur'an sair kelamlar gibi kışırlı ve kemikli ve şuuru hususi ve cüzi değildir.” Burada kışırlı ve kemikliden kasıt nedir?
Kışırlı, kemikli, şuuru hususi ve cüz-i olmaması demek; gereksiz, fazla veya eksik hiçbir şeyin olmaması demektir. Kuran neyden, ne kadar, nasıl bahsetmesi gerekiyorsa gereğince ve yeterince bahseder.
Mesela, Kur'an -i Kerim uzaydan bahsettiği yerde; kozmoğrafyanın bahsettiği gibi sadece dünyaya bakan yüzü ile bahsetmez. O mevzunun geçtiği yerde dünyanın Allah katındaki kıymeti kadar bahseder. Hadisenin, Allah'ın varlığı, birliği, isim ve sıfatları, peygamberlere iman, ibadet , imtihan, ahiret gibi konulardan da aynı yerde temas eder, izah eder ve manaları cemeder. Mana- konu arasındaki intizamları muhafaza eder. Bunun içindirki her sure, ayet, harf ve harekesinde pek çok derin manaları bulundurur..
Risale-i Nur'un Zülfikar adlı eserinde Bediüzzaman konuyu şu şekilde izah etmektedir.
"Kur'ân, bütün aksâm-ı tevhidin (tevhidin kısımlarını) bütün merâtibin (imertebelerini), bütün levâzımâtıyla (gerekli şeyler) muhafaza ederek beyan(açıklama) edip muvazenesini (dengesini) bozmamış, muhafaza etmiş; hem bütün hakaik-ı âliye-i İlâhiyenin (Allah'a ait ulvi hakikatler) muvazenesini muhafaza etmiş; hem bütün Esmâ-i Hüsnânın(Allah'ın güzel isimleri) iktiza (iktiza) ettikleri ahkâmları (hükümleri) cem (toplama) etmiş, o ahkâmın tenasübünü (birbirine uygun olması) muhafaza etmiş; hem rububiyet ve ulûhiyetin şuûnâtını (işlerini) kemâl-i muvazene (Mükemmel bir ölçü) ile cem( bir araya toplama) etmiştir. İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem, bir hâsiyettir (özellik); kat'iyen beşerin eserinde mevcut değil ve eâzım-ı insaniyenin (İnsanların büyükleri) netâic-i efkârında (fikirlerinin neticesinde) bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyaların eserinde, ne umurun bâtınlarına geçen işrâkıyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksimü'l-a'mâl (vazife bölüşümü) hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından (büyük ağacında) yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor."
Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acip bir temsille izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsille şu meseleye işaret ederiz.
Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur'ân değiller—böyle nâkıs geliyor.
Bahr-i hakaik olan Kur'ân'ın âyetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvâsıdır.
Lâkin onların gözleri açık; defineyi ihata eder. Definede ne var, ne yok, görür. O defineyi öyle bir tenasüp ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli gösterir.