1
11. Şua, Meyve Risalesi, 3. Mesele'nin İzahı
Üçüncü Meselenin İzahı:“Gençlik Rehberi'nde îzâhı bulunan ibretli bir hâdisenin hulâsası şudur: Bir zaman Eskişehir Hapishânesi'nin penceresinde bir Cumhuriyet Bayramı'nda oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden ma'nevî bir sinema ile elli sene sonraki vaz'iyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında, çirkinleşmiş; gençliğinde iffetini muhâfaza etmediğinden, sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyor, kat'î müşâhede ettim. Onların o acınacak hâllerine ağladım. Hapishânedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi hâlime bırakınız, gidiniz.”[1]Burada yine gençlik rehberinde izah edilen bir meseleye atıf yapılmaktadır. Şöyle ki; Üstad Hazretleri liseli gençlerin sefahat içindeki hallerini görüp, onların gelecekteki hallerini manen müşahade ederek, onların hallerine ağladığını ifade ediyor. Çünkü gençlik nimeti iffet ve istikamet üzere sarf edilmediğinde, gelecekte hem dünya hem ahiret hayatı için bir azap vesilesi olacaktır. Zira o gençler, elli sene sonra maddi güzellikleri kaybolduğu için, dünyada sevgi beklediği nazarlardan nefret görecekler. Bu nedenle hayatta olanlar dünyada elem çekecekleri gibi, vefat edenler de toprak olmuş bir vaziyette kabir azabı çekeceklerdir.“Evet, gördüğüm hakîkattir, hayâl değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır. Öyle de gençlik yazı ve ihtiyârlık güzünün arkası, kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisâtı, sinema ile hâl-i hâzırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbâl hâdisâtını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefâhetin elli altmış sene sonraki vaz'iyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-i meşrû' keyiflerine, nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.”[2]Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu müşahedesinin hayal değil hakikat olduğunu ifade ediyor. Zira gündüzden sonra gecenin ve sonbaharın ardından kış mevsiminin gelmesi gibi kati olan bir şey de, bu hayatın kalıcı olmadığı, gençliğin baki kalmayacağı ve sonunda ölüm gerçeğiyle herkesin yüzleşecek olmasıdır. Bu sebeple ehl-i sefahat olanlar, bugün güldüklerine gelecekte ağlayacaklardır. Şuan gerçekleşmemiş olması, bu hakikatin olmayacağı manasına gelmez.“Ben o Eskişehir hapsindeki müşâhede ile meşgul iken, sefâhet ve dalâleti tervîc eden bir şahs-ı ma'nevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: “Biz hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz. Bize karışma!” Ben de cevâben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefâhete atılıyorsun. Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle, bütün geçmiş zaman-ı mâzî, ölmüş ve ma'dûmdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadârlığıyla ve dalâlet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firâklardan ve o nihâyetsiz dostların ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki pek kısa bir zamandaki cüz'î sarhoşça lezzetini imhâ ettiği gibi, gelecek istikbâl zamanı dahi i'tikādsızlığın cihetiyle, yine ma'dûm ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücûda çıkaran ve zaman-ı hâzıra uğrayan bîçârelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, akıl alâkadârlığıyla mütemâdiyen senin îmânsız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefîhâne cüz'î lezzetini, zîr u zeber ediyor.” [3]Bediüzzaman Hazretleri bu ruh halinde iken, karşısına dikilen ve sadece lezzet almak için ölümü düşünmeyerek yaşamak istediğini söyleyen, küfür ve dalaletin temsilcisi olan manevi (hayali) şahsa cevap veriyor. Yani zevk ve lezzet için yaşamak isteyen küfür ehlinin nazarında geçmiş zaman ölü ve yokluk olduğu için bütün sevdikleri hiçliğe ve sonsuz bir ayrılığa gitmiş vaziyettedir. Dalalet nazarında gelecek zaman ise yine ölü, karanlıklı ve vahşetli görünür. Yani her şey belirsiz ve düşman vaziyetindedir. İşte bu nedenle dalalette bulunan şahsın insaniyet cihetiyle alakadar olduğu şeylerin elinden çıkması, sevdiklerinin ölmesi, onların yok olduğunu düşünmesi ve geleceğin belirsizliği gibi sebepler, onun içinde bulunduğu anın küçük ve geçici lezzetini acılaştırıp tamamen ortadan kaldırır.“Eğer dalâleti ve sefâheti bıraksan, îmân-ı tahkîkî ile istikamet dâiresine girsen, îmân nûruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mâzî, ma'dûm ve her şeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcûd ve istikbâle inkılâb eden nûrânî bir âlem ve bâkî ruhların istikbâldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizâr salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki îmânın kuvvetine göre cennetin bir nevi' ma'nevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek istikbâl zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki îmân gözüyle görünüyor ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her baharı ve yazı bir sofra yapan ve ni'metlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâl-i Ve'l-ikrâm'ın ziyafetleri kurulmuş. Ve ihsânlarının sergileri açılmış. Oraya sevkiyât var, diye îmân sinemasıyla müşâhede ettiğinden, derecesine göre bâkî âlemin bir nevi' lezzetini hissedebilir. Demek hakîkî ve elemsiz lezzet, yalnız îmânda ve îmân ile olabilir.”[4]Küfür sebebiyle içinde bulunduğu anın dahi lezzetini alamayan insan tahkiki iman (neye niçin inandığını ve hakikatini bilerek iman etmek) nuruyla kâinata ve hadisata baktığında; zahiren mezarlık olarak ölmüş ve yok olmuş olarak görünen geçmiş zaman, aslında daha güzel bir âlemin ilk durağı hükmündeki bekleme salonu hükmündedir. Zira geçmiş ölenler daha güzel bir âleme gitmek için orada bekliyorlar. Aynı şekilde zahiren karanlık, belirsiz ve vahşet içinde görünen gelecek zaman ise yine onun nazarında karanlık olmaktan çıkar. Çünkü gelecek zaman ehl-i iman için, numuneleri bu dünyada görünen nimetlerin asıllarının ve membalarının ihsan edileceği ebedi saadet yurdu olarak insan için hazırlanan mükâfatlarla doludur. Bu nedenle anlaşılır ki; dünyada da gerçek ve kusursuz lezzet ve mutluluk sadece iman ile olabilir.“Îmânın bu dünyada dahi verdiği binler fâidelerinden ve neticelerinden yalnız bir tek fâidesini ve lezzetini, bu mezkûr bahsimize münâsebetiyle Gençlik Rehberi'nde bir hâşiye olarak yazılan bir temsîl ile beyân edeceğiz. Şöyle ki: Meselâ senin gayet sevdiğin bir tek evlâdın sekerâtta ölmek üzere iken ve me'yûsâne elîm ve ebedî firâkını düşünürken, birden Hazret-i Hızır gibi ve Hekîm-i Lokmân gibi bir doktor geldi. Tiryâk gibi bir ma'cun içirdi. O sevimli güzel evlâdın, gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.” [5]Yani iman insana bu dünyada dahi öyle bir lezzet ve fayda verir ki, ona bu dünyada bir nevi cennet lezzetini tattırır. Mesela, kişinin biricik evladı ölmek üzere iken bir hekim gelse ve o çok sevdiği evladı yeniden hayat bulsa, o kişinin ne kadar mutlu olacağını herkes bilir.“İşte o çocuk gibi çok sevdiğin ve ciddî alâkadâr olduğun sence milyonlar mahbûb insanlar, o mâzî kabristanında senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakîkat-i îmân, Hekîm-i Lokmân gibi o büyük i'dâmhâne tevehhüm edilen mezaristana, kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz. Yine sizinle görüşeceğiz!” lisân-ı hâl ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçleri ve ferahları, îmân bu dünyada dahi vermesiyle isbat eder ki, îmân hakîkati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar. O çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur, dedim.”[6]Aynen yukarıdaki örnekte olduğu gibi; iman, sevdiğimiz ve alakadar olduğumuz her şeyi ölü ve madum olmaktan kurtarır. Yani ölenler yok olmadılar. Bundan sonraki bütün sevdiklerimiz ise yine onların yanına gideceği gibi biz de ölüm ile o sevdiklerimize kavuşacağız.“O muannid, döndü dedi: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzet ile geçirmek için sefâhet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.” Cevâben dedim: Hayvan gibi olamazsın. Çünki hayvanın mâzî ve müstakbeli yoktur. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır. Ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar. Hâlik'ına şükreder. Hatta kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister. Fakat o his dahi gider. O elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet ve bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir. Ve başa gelen şeyleri, setretmektedir. Hususan ma'sûm hayvanlar hakkında daha mükemmeldir.” [7]Bu kısımda; hayattan hakiki lezzeti alamayacağını anlayan küfrün temsilcisinin, hiç olmazsa hayvan gibi yaşamak iddiasına karşın, hayvan gibi de yaşayamayacakları izah edilmektedir. Çünkü hayvan gibi yaşamak isteyen insan, onun gibi de olamaz. Zira hayvan için geçmiş elemleri ve gelecek endişesi yoktur. Bu nedenle hayvanlar, içinde bulundukları anın lezzetini alabilir ve rahat bir şekilde yaşayabilir.“Fakat ey insan! Senin mâzî ve müstakbelin, akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla setr-i gaybîden hayvana gelen istirâhatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler ve elîm firâklar; ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakîkat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol kurtul! Veya aklını îmânla başına al, Kur'ân'ı dinle! Yüz derece hayvandan ziyâde bu fânî dünyada dahi sâfî lezzetleri kazan, diyerek onu ilzâm ettim.”[8]Fakat insan ise hayvan gibi değildir. Zira insan; akıl, kalp ve vicdan vasıtasıyla bütün dünya ile alakadar olduğu gibi geçmiş ve gelecek ile de alakadardır. Bu sebeple hayvan gibi sadece lezzet için yaşayamaz. Geçmiş pişmanlıklar ve gelecek endişeler nedeniyle insan içinde bulunduğu anın lezzetini de alamaz. Hatta bu cihetle hayvandan çok daha aşağıya düşer. Bu sebeple insan akılını çıkarıp atmadıkça hayvan gibi de olamaz. O halde insan için tek çare; iman ile akılını başına alıp Kur'an'a göre yaşamasıdır.“Yine o mütemerrid şahıs, döndü dedi: “Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.” Cevâben dedim: Ecnebî dinsizleri gibi de olamazsın. Çünki onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilir. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Onu da bilmese, kemâlâta medâr bazı seciyeler bulunabilir. Fakat bir müslüman en âhir ve en büyük ve dini ve da'veti umûmî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm'ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hatta Allah'ı kabûl etmez. Çünki bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı, onunla bilmiş. Onlar, onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskidenberi her dinden İslâmiyet'e giriyorlar. Ve hiçbir Müslüman, hakîkî Yahûdî veya Mecûsî ve Nasrânî olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur. Vatana, millete muzır bir hâlete girer, isbat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, cehenneme gitti.” [9]Yani bir Müslüman, ecnebi dinsizler gibi sefahatte (eğlence ve harama düşkünlük)), de yaşayamaz. Çünkü, diğer dinlerin tabileri, kendi dinleri bozulmuş da olsa yine bir parça kemâlat bulabilir. Fakat İslamiyet vasıtasıyla bütün peygamberleri kabul eden kişi, İslamiyet'i reddederse bütün peygamberleri ve onlardan gelen kemâlatı inkâr etmiş olur. Bu nedenle iman ve İslamiyet dairesinin dışına çıkan kişi insanlıktan da çıkar, hiçbir dini kabul edemez. Bu nedenle zararlı bir hayvan derekesine düşer. Böyle bir kişinin hiçbir hayra ve kemâlata kabiliyeti kalmaz. “İşte ey bu Medrese-i Yûsufiye'de benim ders arkadaşlarım! Madem hakîkat budur. Ve bu hakîkati Risâle-i Nûr o derece kat'î ve güneş gibi isbat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inâdlarını kırıp îmâna getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbâlimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan îmân ve istikamet yolunu ta'kîb edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyâlar yerinde, Kur'ân'dan bildiğimiz sûreleri okumak ve ma'nâlarını, bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazâya kalmış farz namazlarını kazâ etmek ve birbirinin güzel huylarından istifâde edip, bu hapishâneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübârek bahçeye çevirmek gibi a'mâl-i sâliha ile, hapishâne müdürleri ve alâkadârları, cânî ve kātillerin başlarında zebânî gibi azab me'murları değil, belki Medrese-i Yûsufiye'de cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyelerine nezâret etmek vazîfesiyle me'mur birer müstakîm üstâd ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.”[10]Bu son kısımda Üstad Hazretleri; imanın dünyada dahi insana cennet lezzetleri gibi faydaları kazandıracağını Risale-i Nur'un kat'i bir şekilde ispat ettiğini vurguluyor. Hem hapisteki mahkumların bu iman dersleri ile ve ibadetlerle meşgul olarak hapishaneyi bir medreseye çevrilebileceklerini nazara veriyor. Böylece oradaki memurlara da güzel bir rehber olabilecekleri nazarıyla baktırıyor.[1]Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 196.[2] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.196.[3] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.196-197.[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.197.[5] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.197.[6] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.197-198.[7] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.198.[8] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.198.[9] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.198-199.[10] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.199.11. Şua Meyve Risalesi 1. Mesenin İzahı11. Şua Meyve Risalesi 2. Mesenin İzahı

