2
Delâ'ilü'l-Hayrât'ın Faziletleri
Risale-i Nur talebelerinin Delail'ül Hayrat okumasında, vird edinmesinde sakınca var mıdır? Bu mecmuanın içeriği ve fazileti hakkında bilgi verir misiniz?

2
Risale-i Nur talebelerinin Delail'ül Hayrat okumasında, vird edinmesinde sakınca var mıdır? Bu mecmuanın içeriği ve fazileti hakkında bilgi verir misiniz?
3.624
İştirâk-i a'mâl-i uhreviye; aynı iman ve hizmet dairesinde bulunan mü'minlerin, ihlâs, samimiyet ve manevî dayanışma ile yaptıkları her hayırlı amelin sevabının inkısam etmeden, yani bölünmeden, her bir kardeşinin amel defterine tam olarak geçmesi hakikatidir.Şirket-i maneviye; kelime anlamı olarak manevi şirket ve ortaklık demektir. Yani ahirete yönelik amel ve işlerde sevap ve dua itibariyle meydana gelen manevi ortaklık sistemidir. İman, ihlas, kardeşlik, sadakat, sebat ve manevi dayanışma ile bu manevi şirkete dahil olunabilir. Bu manevi şirketteki fertler âdeta tek bir şahıs hükmüne geçerek bir şahs-ı maneviyi oluştururlar.Şahs-ı manevi; belirli bir maksat için bir araya gelip ortak faaliyetlerde bulunan bir topluluğun oluşturduğu manevi bir kişiliğin adıdır. Âdeta o topluluk kendine has özellikleri bulunan bir insan gibidir. Bu manevi ve nuranî şirkete dahil olup hizmet edenler, bütün kardeşlerinin kazançlarına ve dualarına hissedar olurlar. Güya binler dil ile ibadet, dua ve istiğfar ederler.Risale-i Nur'da Şahs-ı Manevîİştirak-i A'mal-i Uhreviye ve Şirket-i Maneviye DüsturuŞahs-ı Manevî ve Diğer CemaatlerŞahs-ı Manevi Ne Demektir?Risale-i Nur Talebesi Olmanın ŞartlarıRisale-i Nur'un Şahs-ı Manevisinden Gelen Kazançlar
3
Üçüncü Meselenin İzahı:“Gençlik Rehberi'nde îzâhı bulunan ibretli bir hâdisenin hulâsası şudur: Bir zaman Eskişehir Hapishânesi'nin penceresinde bir Cumhuriyet Bayramı'nda oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden ma'nevî bir sinema ile elli sene sonraki vaz'iyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında, çirkinleşmiş; gençliğinde iffetini muhâfaza etmediğinden, sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyor, kat'î müşâhede ettim. Onların o acınacak hâllerine ağladım. Hapishânedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi hâlime bırakınız, gidiniz.”[1]Burada yine gençlik rehberinde izah edilen bir meseleye atıf yapılmaktadır. Şöyle ki; Üstad Hazretleri liseli gençlerin sefahat içindeki hallerini görüp, onların gelecekteki hallerini manen müşahade ederek, onların hallerine ağladığını ifade ediyor. Çünkü gençlik nimeti iffet ve istikamet üzere sarf edilmediğinde, gelecekte hem dünya hem ahiret hayatı için bir azap vesilesi olacaktır. Zira o gençler, elli sene sonra maddi güzellikleri kaybolduğu için, dünyada sevgi beklediği nazarlardan nefret görecekler. Bu nedenle hayatta olanlar dünyada elem çekecekleri gibi, vefat edenler de toprak olmuş bir vaziyette kabir azabı çekeceklerdir.“Evet, gördüğüm hakîkattir, hayâl değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır. Öyle de gençlik yazı ve ihtiyârlık güzünün arkası, kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisâtı, sinema ile hâl-i hâzırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbâl hâdisâtını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefâhetin elli altmış sene sonraki vaz'iyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-i meşrû' keyiflerine, nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.”[2]Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu müşahedesinin hayal değil hakikat olduğunu ifade ediyor. Zira gündüzden sonra gecenin ve sonbaharın ardından kış mevsiminin gelmesi gibi kati olan bir şey de, bu hayatın kalıcı olmadığı, gençliğin baki kalmayacağı ve sonunda ölüm gerçeğiyle herkesin yüzleşecek olmasıdır. Bu sebeple ehl-i sefahat olanlar, bugün güldüklerine gelecekte ağlayacaklardır. Şuan gerçekleşmemiş olması, bu hakikatin olmayacağı manasına gelmez.“Ben o Eskişehir hapsindeki müşâhede ile meşgul iken, sefâhet ve dalâleti tervîc eden bir şahs-ı ma'nevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: “Biz hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz. Bize karışma!” Ben de cevâben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefâhete atılıyorsun. Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle, bütün geçmiş zaman-ı mâzî, ölmüş ve ma'dûmdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadârlığıyla ve dalâlet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firâklardan ve o nihâyetsiz dostların ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki pek kısa bir zamandaki cüz'î sarhoşça lezzetini imhâ ettiği gibi, gelecek istikbâl zamanı dahi i'tikādsızlığın cihetiyle, yine ma'dûm ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücûda çıkaran ve zaman-ı hâzıra uğrayan bîçârelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, akıl alâkadârlığıyla mütemâdiyen senin îmânsız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefîhâne cüz'î lezzetini, zîr u zeber ediyor.” [3]Bediüzzaman Hazretleri bu ruh halinde iken, karşısına dikilen ve sadece lezzet almak için ölümü düşünmeyerek yaşamak istediğini söyleyen, küfür ve dalaletin temsilcisi olan manevi (hayali) şahsa cevap veriyor. Yani zevk ve lezzet için yaşamak isteyen küfür ehlinin nazarında geçmiş zaman ölü ve yokluk olduğu için bütün sevdikleri hiçliğe ve sonsuz bir ayrılığa gitmiş vaziyettedir. Dalalet nazarında gelecek zaman ise yine ölü, karanlıklı ve vahşetli görünür. Yani her şey belirsiz ve düşman vaziyetindedir. İşte bu nedenle dalalette bulunan şahsın insaniyet cihetiyle alakadar olduğu şeylerin elinden çıkması, sevdiklerinin ölmesi, onların yok olduğunu düşünmesi ve geleceğin belirsizliği gibi sebepler, onun içinde bulunduğu anın küçük ve geçici lezzetini acılaştırıp tamamen ortadan kaldırır.“Eğer dalâleti ve sefâheti bıraksan, îmân-ı tahkîkî ile istikamet dâiresine girsen, îmân nûruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mâzî, ma'dûm ve her şeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcûd ve istikbâle inkılâb eden nûrânî bir âlem ve bâkî ruhların istikbâldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizâr salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki îmânın kuvvetine göre cennetin bir nevi' ma'nevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek istikbâl zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki îmân gözüyle görünüyor ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her baharı ve yazı bir sofra yapan ve ni'metlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâl-i Ve'l-ikrâm'ın ziyafetleri kurulmuş. Ve ihsânlarının sergileri açılmış. Oraya sevkiyât var, diye îmân sinemasıyla müşâhede ettiğinden, derecesine göre bâkî âlemin bir nevi' lezzetini hissedebilir. Demek hakîkî ve elemsiz lezzet, yalnız îmânda ve îmân ile olabilir.”[4]Küfür sebebiyle içinde bulunduğu anın dahi lezzetini alamayan insan tahkiki iman (neye niçin inandığını ve hakikatini bilerek iman etmek) nuruyla kâinata ve hadisata baktığında; zahiren mezarlık olarak ölmüş ve yok olmuş olarak görünen geçmiş zaman, aslında daha güzel bir âlemin ilk durağı hükmündeki bekleme salonu hükmündedir. Zira geçmiş ölenler daha güzel bir âleme gitmek için orada bekliyorlar. Aynı şekilde zahiren karanlık, belirsiz ve vahşet içinde görünen gelecek zaman ise yine onun nazarında karanlık olmaktan çıkar. Çünkü gelecek zaman ehl-i iman için, numuneleri bu dünyada görünen nimetlerin asıllarının ve membalarının ihsan edileceği ebedi saadet yurdu olarak insan için hazırlanan mükâfatlarla doludur. Bu nedenle anlaşılır ki; dünyada da gerçek ve kusursuz lezzet ve mutluluk sadece iman ile olabilir.“Îmânın bu dünyada dahi verdiği binler fâidelerinden ve neticelerinden yalnız bir tek fâidesini ve lezzetini, bu mezkûr bahsimize münâsebetiyle Gençlik Rehberi'nde bir hâşiye olarak yazılan bir temsîl ile beyân edeceğiz. Şöyle ki: Meselâ senin gayet sevdiğin bir tek evlâdın sekerâtta ölmek üzere iken ve me'yûsâne elîm ve ebedî firâkını düşünürken, birden Hazret-i Hızır gibi ve Hekîm-i Lokmân gibi bir doktor geldi. Tiryâk gibi bir ma'cun içirdi. O sevimli güzel evlâdın, gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.” [5]Yani iman insana bu dünyada dahi öyle bir lezzet ve fayda verir ki, ona bu dünyada bir nevi cennet lezzetini tattırır. Mesela, kişinin biricik evladı ölmek üzere iken bir hekim gelse ve o çok sevdiği evladı yeniden hayat bulsa, o kişinin ne kadar mutlu olacağını herkes bilir.“İşte o çocuk gibi çok sevdiğin ve ciddî alâkadâr olduğun sence milyonlar mahbûb insanlar, o mâzî kabristanında senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakîkat-i îmân, Hekîm-i Lokmân gibi o büyük i'dâmhâne tevehhüm edilen mezaristana, kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz. Yine sizinle görüşeceğiz!” lisân-ı hâl ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçleri ve ferahları, îmân bu dünyada dahi vermesiyle isbat eder ki, îmân hakîkati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar. O çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur, dedim.”[6]Aynen yukarıdaki örnekte olduğu gibi; iman, sevdiğimiz ve alakadar olduğumuz her şeyi ölü ve madum olmaktan kurtarır. Yani ölenler yok olmadılar. Bundan sonraki bütün sevdiklerimiz ise yine onların yanına gideceği gibi biz de ölüm ile o sevdiklerimize kavuşacağız.“O muannid, döndü dedi: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzet ile geçirmek için sefâhet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.” Cevâben dedim: Hayvan gibi olamazsın. Çünki hayvanın mâzî ve müstakbeli yoktur. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır. Ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar. Hâlik'ına şükreder. Hatta kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister. Fakat o his dahi gider. O elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet ve bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir. Ve başa gelen şeyleri, setretmektedir. Hususan ma'sûm hayvanlar hakkında daha mükemmeldir.” [7]Bu kısımda; hayattan hakiki lezzeti alamayacağını anlayan küfrün temsilcisinin, hiç olmazsa hayvan gibi yaşamak iddiasına karşın, hayvan gibi de yaşayamayacakları izah edilmektedir. Çünkü hayvan gibi yaşamak isteyen insan, onun gibi de olamaz. Zira hayvan için geçmiş elemleri ve gelecek endişesi yoktur. Bu nedenle hayvanlar, içinde bulundukları anın lezzetini alabilir ve rahat bir şekilde yaşayabilir.“Fakat ey insan! Senin mâzî ve müstakbelin, akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla setr-i gaybîden hayvana gelen istirâhatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler ve elîm firâklar; ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakîkat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol kurtul! Veya aklını îmânla başına al, Kur'ân'ı dinle! Yüz derece hayvandan ziyâde bu fânî dünyada dahi sâfî lezzetleri kazan, diyerek onu ilzâm ettim.”[8]Fakat insan ise hayvan gibi değildir. Zira insan; akıl, kalp ve vicdan vasıtasıyla bütün dünya ile alakadar olduğu gibi geçmiş ve gelecek ile de alakadardır. Bu sebeple hayvan gibi sadece lezzet için yaşayamaz. Geçmiş pişmanlıklar ve gelecek endişeler nedeniyle insan içinde bulunduğu anın lezzetini de alamaz. Hatta bu cihetle hayvandan çok daha aşağıya düşer. Bu sebeple insan akılını çıkarıp atmadıkça hayvan gibi de olamaz. O halde insan için tek çare; iman ile akılını başına alıp Kur'an'a göre yaşamasıdır.“Yine o mütemerrid şahıs, döndü dedi: “Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.” Cevâben dedim: Ecnebî dinsizleri gibi de olamazsın. Çünki onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilir. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Onu da bilmese, kemâlâta medâr bazı seciyeler bulunabilir. Fakat bir müslüman en âhir ve en büyük ve dini ve da'veti umûmî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm'ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hatta Allah'ı kabûl etmez. Çünki bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı, onunla bilmiş. Onlar, onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskidenberi her dinden İslâmiyet'e giriyorlar. Ve hiçbir Müslüman, hakîkî Yahûdî veya Mecûsî ve Nasrânî olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur. Vatana, millete muzır bir hâlete girer, isbat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, cehenneme gitti.” [9]Yani bir Müslüman, ecnebi dinsizler gibi sefahatte (eğlence ve harama düşkünlük)), de yaşayamaz. Çünkü, diğer dinlerin tabileri, kendi dinleri bozulmuş da olsa yine bir parça kemâlat bulabilir. Fakat İslamiyet vasıtasıyla bütün peygamberleri kabul eden kişi, İslamiyet'i reddederse bütün peygamberleri ve onlardan gelen kemâlatı inkâr etmiş olur. Bu nedenle iman ve İslamiyet dairesinin dışına çıkan kişi insanlıktan da çıkar, hiçbir dini kabul edemez. Bu nedenle zararlı bir hayvan derekesine düşer. Böyle bir kişinin hiçbir hayra ve kemâlata kabiliyeti kalmaz. “İşte ey bu Medrese-i Yûsufiye'de benim ders arkadaşlarım! Madem hakîkat budur. Ve bu hakîkati Risâle-i Nûr o derece kat'î ve güneş gibi isbat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inâdlarını kırıp îmâna getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbâlimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan îmân ve istikamet yolunu ta'kîb edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyâlar yerinde, Kur'ân'dan bildiğimiz sûreleri okumak ve ma'nâlarını, bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazâya kalmış farz namazlarını kazâ etmek ve birbirinin güzel huylarından istifâde edip, bu hapishâneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübârek bahçeye çevirmek gibi a'mâl-i sâliha ile, hapishâne müdürleri ve alâkadârları, cânî ve kātillerin başlarında zebânî gibi azab me'murları değil, belki Medrese-i Yûsufiye'de cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyelerine nezâret etmek vazîfesiyle me'mur birer müstakîm üstâd ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.”[10]Bu son kısımda Üstad Hazretleri; imanın dünyada dahi insana cennet lezzetleri gibi faydaları kazandıracağını Risale-i Nur'un kat'i bir şekilde ispat ettiğini vurguluyor. Hem hapisteki mahkumların bu iman dersleri ile ve ibadetlerle meşgul olarak hapishaneyi bir medreseye çevrilebileceklerini nazara veriyor. Böylece oradaki memurlara da güzel bir rehber olabilecekleri nazarıyla baktırıyor.[1]Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 196.[2] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.196.[3] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.196-197.[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.197.[5] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.197.[6] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.197-198.[7] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.198.[8] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.198.[9] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.198-199.[10] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.199.11. Şua Meyve Risalesi 1. Mesenin İzahı11. Şua Meyve Risalesi 2. Mesenin İzahı
6
İkinci Meselenin İzahı:“Risâle-i Nûr'dan Gençlik Rehberi'nin güzelce îzâh ettiği gibi, ölüm o kadar kat'î ve zâhirdir ki, bugünün gecesi; ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek! Bu hapishâne nasıl ki, mütemâdiyen girenler ve çıkanlar için muvakkat bir misafirhânedir. Öyle de zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.”[1]Yani ölüm o kadar açıktır ki; günün geceye dönmesi ve yazdan sonra kışın gelmesi kadar kesindir. Nasıl ki bir hapishaneye girenler ve çıkanlar vardır. Hiç kimse orada kalıcı değil, hepsi gelip geçicidir. Aynen öyle de yeryüzü de insanlar için bir misafirhanedir, her gelen gider. Zira ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:Her nefis ölümü tadıcıdır.[2]Aynı şekilde bir hadis-i şerifte de bize şöyle buyurulmaktadır:Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran![3]“Herbir şehri yüz def'a mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyâde bizden bir istediği var. İşte bu dehşetli hakîkatin muammâsını Risâle-i Nûr hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hulâsası şudur: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor, elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkınde bir endişesi, bir mes'elesidir. Evet çaresi var! Ve Risâle-i Nûr Kur'ân'ın sırrıyla, o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmiş. Kısacık hulâsası şudur ki:”[4]Asırlardır dünya üzerindeki her bir şehrin kendi içinde bulunan ahalisinden kat kat fazlası mezarlıklarda bulunmaktadır. Zira ölüm hakikati değişmiyor, bitmiyor. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:Artık ecelleri geldiği zaman, ne bir saat (bir an) geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.[5]Bu da bize gösteriyor ki ölüm hakikati sadece hayatı içine alan dipsiz bir kuyu değildir. Hiç şüphesiz sonraki hayata açılan bir kapıdır. Kur'an'ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, ölümün hakikatini ve ölümden sonraki hayatı kat'i bir şekilde ispat etmiştir.“Ölüm, ya i'dâm-ı ebedîdir. Hem o insanı hem bütün ahbâbını ve akāribini asacak bir darağacıdır. Veyahud başka bir bâkî âleme gitmek ve îmân vesîkasıyla saadet sarayına girmek için bir terhîs tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur. Veyahud bu zindân-ı dünyâdan, bâkî ve nûrânî bir ziyafetgâha ve bâğistana açılan bir kapıdır.”[6] Bu dünya misafirhanesine gelen insanlar ölümü bu iki şekilde görmektedirler. Ya ebedi yokluk ve bütün sevdiklerinden ayrılıktır. Veya iman ile bakıldığında ölüm, ebedi bir âleme giden yolun ilk basamağıdır ve bu dünya hayatında imtihanla yorulan insan için bir terhis tezkeresidir.“Bu hakîkati, Gençlik Rehberi bir temsîl ile isbat etmiş. Meselâ, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş. Ve onların dayandıkları duvarın arkasında, gayet büyük ve umum dünya iştirâk etmiş bir piyango dâiresi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, her halde hiç müstesnâsı yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, i'dâm i'lânını al, darağacına çık!” Veya “Dâimî haps-i münferid pusulasını tut, bu açık kapıya gir. Veyahud “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış gel, al diye her tarafta i'lânâtlar yapılıyor. Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmının asıldıklarını müşâhede ediyoruz. Bir kısmı da darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki piyango dâiresine girdiklerini ve orada büyük ve ciddî me'murların kat'î haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishânemize iki hey'et girdi.”[7]Önceki kısımda anlatılan iki yolu üstad Bediüzzaman Hazretleri, Gençlik Rehberi'nde bir temsil ile akla yaklaştırmaktadır. Özetleyecek olursak; bir hapishanede bulunan herkesin istisnasız olarak dar ağacına gittiği görülüyor. O mahkumların bir kısmı idam ediliyor, bir kısmı başka bir hücre hapsine alınıyor. Bir kısmı da o dar ağacını bir basamak yaparak çok daha güzel bir yere geçiş yaparak büyük ikramlar görüyor. Bu sırada iki heyet o hapishaneye giriyor.“Bir kafile, ellerinde çalgılar, şarablar, zâhirde gayet tatlı helvalar, baklavalar bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidirler. İnsî şeytanlar, içlerine zehir atmışlar. İkinci cemâat ve hey'et, ellerinde terbiyenâmeler ve helâl yemekler ve mübârek şerbetler var. Bizlere hediye veriyorlar. Ve bil'ittifâk beraber, pek ciddi ve kat'î diyorlar ki: “Eğer o evvelki hey'etin sizi tecrübe için verdiği hediyelerini alsanız yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarında başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket Hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabûl edip; ve terbiyenâmelerdeki duâları ve evrâdları okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dâiresinde ihsân-ı şâhâne olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınıza görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğer o haram ve şübheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirlerin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler, müttefikan sizlere kat'î haber veriyoruz” diyorlar.”[8]Hikâyenin devamında; hapishaneye gelen iki heyetin birincisi ellerinde gayri meşru zehirlerle geliyor. Bu ilk heyetin verdiklerini alanlar ve söylediklerini yapanlar ya asılıyor ya müebbet hücre hapsine alınıyor. Fakat o hapishane hâkimi tarafından gönderilen ikinci heyeti dinleyip helal hediyeleri alarak güzel zikirleri okuyanlar, o dar ağacını bir basamak yaparak çok güzel bir daireye geçiyorlar ve çok güzel ikramlara mazhar oluyorlar. Eğer bu ikinci heyetin değil de ilk heyetin dediklerine uyarlarsa, o yedikleri zehirli şeylerin acısını çekecekleri sadık muhbirler tarafından haber veriliyor.“İşte bu temsîl gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında mukadderât-ı beşer piyangosundan ehl-i îmân ve ehl-i tâat için hüsn-ü hâtime şartıyla, ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimâl ile haber veren; ve sefâhet ve haram ve i'tikādsızlık ve fıskta devam edenler, tevbe etmemek şartıyla ya i'dâm-ı ebedî -âhirete inanmayanlara- veya dâimî ve karanlık haps-i münferid -bekā-yı rûha inanan ve sefâhette gidenlere- ve şekāvet-i ebediye i'lâmını alacaklarını, yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kat'î haber veren, başta ellerinde nişâne-i tasdîk olan hadsiz mu'cizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler; ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşifle ve zevkle görüp tasdîk ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyâde evliyâlar قَدَّسَ اللّٰهُ اَسْرَارَهُمْ; ve o iki kısım meşâhîr-i insaniyenin haberlerini, aklen kat'î burhânlarla ve kuvvetli huccetlerle fikren ve müttefikan yakînî bir sûrette isbat ederek tasdîk edip imza basan milyarlar gelip geçen muhakkikler, (Hâşiye) müctehidler ve sıddîkînler; bil'icmâ' mütevâtiren nev'-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemâat-i azîme ve bu üç tâife-i ehl-i hakîkat ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük âlî hey'etlerin fermanlar ile verdikleri haberleri dinlemeyen; ve saadet-i ebediyeye giden ve onların gösterdikleri yol olan sırât-ı müstakîmde gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimâlini nazara almayan; ve bir tek muhbirin, bir yolda “Tehlike var!” demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adamın, elbette ve elbette vaz'iyeti şudur ki: İki yolun, hadsiz muhbirlerin kat'î ihbârlarıyla, en kısa ve kolayını ve yüzde yüz cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranını bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz cehennem hapsini ve şekāvet-i dâimeyi netice veren yolunu ihtiyâr ettiği halde, dünyada bu iki yolun bir tek muhbirin, yalan olabilir haberiyle, yüzde bir ihtimâl-i tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz, yalnız zararsız olduğu için uzun yolu ihtiyâr eden bedbaht sarhoş dîvâneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez. Sineklerle uğraşır, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş olur.”[9]Yani, temsilde olduğu gibi hakikatte de insanın eceli her vakit gelebilir. İnsan öldükten sonra inancına ve amellerine göre bir muamele göreceğine bütün sadık muhbirler haber vermişler. Bir yalancı adamın dahi “bu yol tehlikelidir” sözüyle o yoldan gidecek olanlar tereddüte düşebildiği halde, bunca sadık ve insanlığa rehber olmuş zatların verdiği haberlerde hiç tereddüt edilir mi? Zira bu sadık haberciler, başta peygamberler, âlimler ve evliyalardan oluşan nurani bir cemaati oluşturan zatlardır. Bu zatların haber vermeleriyle bilinir ki; inanmayanlar için ahiret hayatı ebedi bir yokluk azabını onlara tattıracak derecede büyük bir azap yeridir. İnandığı halde amel etmeyenler için ise bütün sevdiklerinden uzak bir hapis benzeri bir ceza yeridir. İnanan ve inandığı gibi amel edenler için ise ölüm ebedi bir saadetin giriş kapısı ve ahiret hayatı bir saadet yurdudur.“Madem hakîkat-i hâl budur. Biz mahbûslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için o mübârek ikinci hey'etin hediyelerini kabûl etmeliyiz. Yani nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefâhet lezzetleriyle bu musibet bizi on beş sene veya beş on sene veya iki üç sene hapse soktu. Dünyamızı bize zindan eyledi. Biz dahi bu musibetin rağmine ve inâdına bir iki saat müddet-i hapsi, bir iki gün ibâdete; ve iki üç sene cezâmızı, mübârek kafilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bâkî bir ömre; ve on veya yirmi sene hapiste cezâmızı, milyonlar sene cehennem hapsinden affımıza vesîle edip fânî dünyamızın ağlamasına mukābil, bâkî hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishâneyi terbiyehâne gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishâne me'murları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, cânî ve eşkiyâ ve serseri ve kātil ve sefâhetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübârek dershânede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne Allah'a şükretsinler.”[10]Yukarıda anlatılan hakikat gösterir ki, hapis gibi musibetler ıslaha vesiledir. Zira iman gözüyle bakan bir mümin, her türlü sıkıntıyı manevî bir iltifat ve günahlarından arınma fırsatı olarak görür. Zira ayette şöyle buyurulmaktadır: Sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak verilecektir.[11] Bu zor vakitlerde, namaz gibi ibadetlerin bir saati bir gün ibadet sevabını kazandırabilir. Böylece dünya da maruz kalınan bu musibetler ahiret cihetinde büyük hayra vesile olduğundan, musibet zedelerin intikamı o musibetten en güzel bir surette alınmış olur. Hem hadisin de ifadesiyle sıkıntı ve hastalıklar, günahlara kefarettir. Müminin başına gelen yorgunluk, hastalık, üzüntü, sıkıntı, hatta ayağına batan bir diken bile günahlarına kefarettir.[12] Hem de mahkumların ıslahına vesile olmasından dolayı, hapishane âmirleri ve memurlarının da o mahkumların bu halinden ve iman derslerinden memnun olmaları gerekmektedir.[1] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193.[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/185.[3] Buhârî, Rikak 3.[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193.[5] Nahl sûresi, 16/61.[6] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194.[7] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194.[8] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194.[9] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 194-195.[10] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193-196.[11] Zümer, 39/10[12] Buhârî, Merdâ 1; Müslim, Birr 4911. Şua Meyve Risalesi 1. Mesenin İzahı11. Şua Meyve Risalesi 3. Mesenin İzahı
4
11. Şuâ/Meyve Risalesi Kısa Künyesi:Tam adı: On Birinci Şuâ – Meyve RisalesiYazılış yeri: Denizli HapishanesiYazılış zamanı: 1943-44 yıllarıMüellifi: Bediüzzaman Said NursîBediüzzaman Hazretlerinin 1943-44 senelerinde Denizli hapishanesinde bulunduğu sırada, “hakiki müdafaanamemiz” dediği ve yine kendi ifadesiyle medrese-i yusufiye hükmünde olan hapsin bir meyvesi olması sebebiyle “Meyve Risalesi” olarak meşhur olmuş bir risaledir. 11. Şua, Risale-i Nur Külliyatı'nın iman hakikatlerine dair önemli eserlerinden biridir.Bu risalede bulunan 11 mesele; iman esasları, namaz, ubudiyyet, marifet-i ilahi, ahirete iman, haşr-i cismani ve Kur'an'ın tekraratının hikmetleri gibi hakikatlerin sade ve anlaşılır bir üslupla izahından oluşur. Üstad Hazretleri, o dönemde kendisiyle birlikte hapiste olan talebelerine imanî hakikatleri ders vermek ve onların kuvve-i manevilerini takviye etmek amacıyla bu eseri telif etmiştir. Bu şua, onu okuyan mü'minlerin imanını kuvvetlendirecek hakikatleri ihtiva etmekle gayet tesirli ve faydalıdır. Bu eserdeki her mesele sanki İslamiyet ve iman ağacının dallarından kopmuş hakikat “meyve”leri gibidir.Birinci Meselenin İzahı:“Dördüncü Söz'de îzâhı bulunan, her gün yirmi dört saat sermâye-i hayatı, Hâlikımız bize ihsân ediyor. Tâ ki, iki hayatımıza lâzım olan şeyler, o sermaye ile alınsın.”[1]Üstad Bediüzzaman Hazretleri burada, dördüncü sözde izahı bulunan bir misal üzerinden, her gün 24 saatlik bir ömür sermayesinin hem dünya hem ahiret hayatımıza lazım olacak şeyleri elde edelim diye rabbimizin ihsanı olarak bize verildiğini ifade eder.“Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip, beş farz namaza kâfî gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarf etmezsek, ne kadar hilâf-ı akıl bir hata; ve o hatanın cezâsı olarak hem kalbî, hem rûhî sıkıntıları çekmek; ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve me'yûsâne hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret ederiz, kıyâs edilsin.”[2]Yani her iki hayat için bize emanet olarak verilen bu 24 saatlik ömür sermayesinin 23 saatini sırf dünya hayatına sarf eder (yani insan bu vakit sermayesinin bir kısmını helal dairede ki rızık, aile, çalışma, vb. gibi dünya işleri için de kullanabilir), fakat sadece bir saatimizi alan namaz ibadetine sarf etmez ve ebedi hayatımız için gerekli olan hazırlığı yapmazsak, ne kadar akılsızlık etmiş oluruz. Zira Hadis-i Şerifte de haber verildiği üzere;“Kul, kıyamet gününde ilk olarak namazdan sorguya çekilir.”[3]Hem bu hatanın bedeli sadece ahreti kaybetmek değildir. Zira bu hata ümitsizlik ve ahlaksızlık benzeri farklı manevi ve ruhi hastalıkların ortaya çıkması gibi büyük zararlara da neden olur. Çünkü namaz sadece ibadet değil, aynı zamanda ahlâk terbiyesidir. Namazsız insan, ruhen daralır, kalben sıkılır. Asr Suresinde buyurulduğu gibi;“Asra yemin olsun! Şüphesiz ki insan gerçekten hüsrandadır. Ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” [4]“Eğer bir saati beş farz namaza sarf etsek, o halde hapis ve musibet müddetinin her bir saati, bazen bir gün ibâdet; ve fânî bir saati, bâkî saatler hükmüne geçebilmesi; ve kalbî ve rûhî me'yûsiyet ve sıkıntıların kısmen zevâl bulması; ve hapse sebebiyet veren hatalara keffâreten affettirmesi; ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması, ne derece kârlı bir imtihân, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidârâne bir hoş sohbet olduğu düşünülsün.”[5]Bu kısımda, sadece bir saati vermek kâfi gelen beş vakit farz namazın hem dünyevî hem uhrevî faydasını anlatıyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:Muhakkak ki namaz, mü'minler üzerine vakitleri belirli (bir farz) olarak yazılıdır.[6]Toplamda bir saatimizi bu vakitleri belirli olan namaza vermekle, hem baki olan ahiret saatlerini kazanmaya hem de dünyevi ve ruhi sıkıntıların giderilmesine vesile olacağı anlatılmaktadır. Çünkü namaz kılan insan bilir ki her derdine çare olacak sonsuz kudret ve rahmet sahibi bir Rabbi var. Hususen musibet (özellikle hapis) gibi sıkıntılı zamanların imtihan ve terbiye vesilesi olması sebebiyle, bu musibet zamanı bir saat namaz ibadetinin bir gün ibadet sevabını kazandırması, manevi terbiyeye vesile olması ve günahlara kefaret olmasının ne derece kârlı olduğunu anlatır. Çünkü bir saati namaza sarf edilse, o zaman hapis süresinin her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer ve o hapis musibeti günahlara kefaret olmasıyla birlikte namaz da günahları temizler. Böylece sıkıntılar hafifler, kalp ferah bulur. Bu hakikat Hadis-i Şerifin ifadesiyle şöyle müjdelenmiştir:Müminin başına gelen yorgunluk, hastalık, gam, keder, hatta bir diken bile, Allah onunla günahlarını affeder.[7]“Dördüncü Söz'de denildiği gibi, bin lira ikrâmiye kazancı için bin adam iştirâk etmiş bir piyango kumarına, yirmi dört lirasından beş-on lirasını veren; ve yirmi dörtten birisini, ebedî bir mücevherât hazinesinin biletine vermeyen; halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimâli binde birdir. Çünki bin hissedar daha var. Ve uhrevî mukadderât-ı beşer piyangosunda ise, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i îmân için kazanç ihtimâli, binde dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyânın ona dâir haberlerini, keşif ile tasdîk eden evliyâdan ve asfiyâdan had ve hesaba gelmez sâdık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak, ne derece maslahata muhâlif düşer, mukayese edilsin.”[8]Yani dünyevi bir piyango kumarında kazanmak ihtimali binde bir olduğu halde yarı malını veren bir adamın yaptığını akıl kabul ederse, kazanmak ihtimali %99 olan ve enbiya, esfiya ve evliya gibi bütün sadık habercilerin hak ve hakikat olduğuna dair haber verdikleri ebedi saadet için 24 saatten birini vermemeyi asla akıl kabul etmeyecektir.“Bu mes'elede hapishâne müdürleri ve sergardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve âsâyiş muhâfızları, Risâle-i Nûr'un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünki bin mütedeyyin ve cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibâtı, on namazsız ve i'tikādsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram ve helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu, çok tecrübelerle görülmüş.”[9]Bu son kısımda özellikle hükümet idarecilerine, hapishanedeki idareciler ve memurlara hitaben; bu namaz ve iman derslerinin, insanları ıslah ettiği ve ahlâki düzelmeye vesile olduğu vurgulanarak, cehennem azabını bilen bin dindar adamın idaresinin, bir dinsizin idaresinden çok daha kolay olacağı anlatılmaktadır. Ayet-i Kerimede şöyle buyurulmaktadır:Şübhe yok ki namaz, çirkin işlerden ve kötülüklerden (insanı) alıkoyar.[10]Bu ayetten de anlaşılacağı üzere iman hakikatleri ve ibadetler ıslaha sebeptir. Bu nedenle idarecilerin bu derslerden memnun olmaları gerekir.[1] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 192.[2] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 192.[3] Tirmizî, Salât 188.[4] Asr Suresi, 103/1–3.[5] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 192-193.[6] Nisâ, 4/103.[7] Buhârî, Merdâ 1.[8] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193.[9] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar 1, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 193.[10] Ankebût, 29/45.11. Şua Meyve Risalesi 2. Mesenin İzahı11. Şua Meyve Risalesi 3. Mesenin İzahı
8
Hazırda cemaat varken ilk rekatları kaçırdığımız için diğer yetişemeyenler ile farklı cemaat oluşturmak uygun mudur? Yoksa o imamın arkasına yine de durmamız mı daha faziletlidir?
4
Vukūf-ı Zamânî; Bahâeddin Nakşibend'e göre sâlikin her an kendine bakıp halinin şükrü mü yoksa özrü mü gerektirdiğine vâkıf olmasıdır. Bu bir nefis muhasebesi ve vaktin gereklerini yerine getirmektir. Vaktin ve halin tasarrufu altında bulunana “ibnülvakt” denir. Kul kabz halinde istiğfar, bast halinde şükür etmelidir. Bu iki hale riayet zamanla ilgili vukuftur. Sâlikin mânevî halinin düzgünlüğü zamanını iyi değerlendirmesine bağlıdır. Sâlik, nefesinin Hak ile huzur halinde mi yoksa gaflet içinde mi geçmekte olduğuna vâkıf olmalıdır. Nefese vâkıf ve mâlik olmayan sâlik huzur ve gaflet hallerini ayırt edemez.[1]Tokadî Hazretlerine göre ise Vukūf-ı Zamânî; bulunan hali bilmek ve geçmişin hesabını iyice yapmaktan ibarettir. Salik, zamana çok önem vermeli, ibadetlerini ve üzerine düşen her şeyi zamanı içerisinde yerine getirmeye gayret göstermelidir. Daha akşam vaktinde sabahını, sabah vaktinde de akşamını düşünmeli, geçen akşam ve sabahlarının ne işe yaradığının, boş geçip geçmediğinin muhasebesinde kusur etmemelidir.[2]Abdurrahman Cami'ye göre ise Vukûf-i zamânî; sâlikin, içinde bulunduğu vakte vâkıf ve muttalî olup vaktinin nasıl geçip gittiğini muhasebe etmesi demektir. Bu esâsa riâyet eden sâlik, ömrünün mânâsız davranışlarla ve lüzumsuz düşüncelerle dağınıklık içinde mi yoksa düşünce açısından derli toplu ve Allâh'ı zikir hâlinde mi geçmekte olduğunu kontrol altında tutabilir.[3][1] Safî Ali b. Hüseyin Vâiz Kâşifî, Reşehât-ı Aynü'l-hayât (trc. M. Şerîf el-Abbâsî), İstanbul 1291, s. 41[2] Mehmet Emin Tokâdî, İrşâdu's-Sâlikîn, Çorum: Hasanpaşa Ktp., no. 772, vr. 40a[3] Abdurrahmân Câmî, Risâle-i Tarîka-i Hâcegân (İstanbul: İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Yazmaları, 620, 58b-59a.
10
Burada bir şey araştırırken, birinin muhalif kesimle alâkalı sorusuna, Zübeyir Gündüzalp'in Hüsrev Efendi'den helâllik istediğini anlattığınızı gördüm. Bu mevzuyu ilk defa duyuyorum. Hangi konuda helâllik istemiş? Bu konuda yazılı beyanat var mıdır?
5.702
Şahs-ı manevi ne demektir? Üstad Bediüzzaman, risalelerinde şahs-ı manevden gelen büyük kazançlardan bahsetmiştir. Diğer cemaatlerde de bu gibi bir kazanaç söz konusu mu? Söz konusuysa neden Üstad gibi bahsetmiyorlar?
790
"O çare ise şudur ki o cüz-i ihtiyarîden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. " 17. Söz'ün zeylinde geçen bu kısmındaki "cüzi ihtiyariden vazgeçmeyi" nasıl anlayacağız? İzah eder misiniz?
375
Risale-i Nur'da geçen; "Madem çare-i necat budur. Senin yolunda o cüz'-i ihtiyarîden vazgeçiyorum" İfadesini nasıl anlamalıyız? Cüz'-i ihtiyarîden vazgeçmek ne demektir?
17
Kamet Ne Demektir? Hükmü Nedir? Kamet Etmenin Edepleri Nelerdir? Kamet Nasıl Getirilir? Kadınların Kamet Getirmesi Doğru mudur?
6.483
Dünya'da şehir ve ülkelerin namaz vakitleri birbirinden çok farklı. Öyleyse kıyamet, hangi ülkenin akşam namazı vaktinde kopacak?
3.183
Bediüzzaman Hazretlerinin Mezarının yerinin bilinmesini istememesinin sebebi nedir?
5.312
İnternette bir dedikodu dolaşıyor. Şöyle ki, Hüsrev Üstadın nur talebelerinden Zübeyr Gündüzalp ağabey hakkında kötü konuşmuş? Bu doğru mudur?
1.302
17. Lema Notalar Risalesinde geçen şu cümleyi izah eder misiniz?"Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise o bismillah demeli sonra ondan al yoksa alma. Çünkü (Üzerine Allah'ın ismi anılmamış olan besmele ile kesilmemiş hayvanlardan yemeyin) ayetinin manayı sarihinden başka bir mana ı işarisi şudur ki münim-i hakiki'yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz demektir."
6.666
Gıptada başkasında olan nimetin kendinde de olmasını istemek vardır. Hasedde ise o nimetin o kişiden mahrum olmasını istemek hatta bunun için çaba göstermek ve çalışmak vardır. Aradaki en büyük fark budur.GIPTA: Bir kimsede bulunan nimetin yokluğunu temenni etmemekle birlikte onda olduğu gibi kişinin kendisinde de olmasını istemektir. Hased eylemek anlamında kullanılmaktadır ki bir kimsenin sahip olduğu nimetin yok olmasını temenni etmekten ibarettir. Gıbtanın haset manasında kullanımı mecaz, benzetme (teşbih) veya hasede inkılap etme ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Gıptanın hasede dönme ihtimalinden dolayı takva ehli olan kâmil insanlar gıpta etmeye izin vermemişlerdir.[1]Râgıb el-İsfahânî, başkasının nâil olduğu bir nimete bakarak kişinin aynı şeye kendisinin de sahip olmasını temenni etmesine gıpta, sadece bu temenniyle yetinmeyerek aynı imkânı veya daha fazlasını elde etmek için çaba göstermesine münâfese, başkasının sahip olduğu nimetin onun elinden çıkmasını istemesine veya bu yolda çaba göstermesine de haset denildiğini belirtir.[2]Bediüzzaman Hazretleri Kur'ân hizmetinde bulunan insanların tenkid edilmemesi ve fazilet satmak tarzında onların gıpta damarlarının tahrik edilmemesi gerektiğini düşünmektedir. Çünkü o, gıptanın münakaşanın bir sebebi olduğunu söylemektedir. Özellikle dini işlerde gıptanın olmaması gerektiğini önemle şöyle vurgulamaktadır:Zîrâ münâkaşaya gıbta ve hasedden gelir.[3]Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkîd etmemek ve onların üstünde fazîletfurûşluk nev'inden gıbta damarını tahrîk etmemektir.[4]HASED: Fazilet ve nimet sahibi birisinin faziletinin ve nimetinin kendisine geçmesini istemek veya onun bunlardan mahrum kalmasını temenni etmek demektir. Ragıb İsfehani bu istek ve niyetin gerçekleşmesi için gösterilen fiilî gayreti de hasedin tanımına katar.[5]Hased, nimetin başkasında olmasını çekememektir. Hased, "yalnız bende olsun, onda olmasın" veya "onda olmasın" demektir. Hasedin bir diğer anlamı da başkasında bulunan fakirlik veya herhangi bir eksiğin devam etmesini istemektir. Hased eden genellikle fazilet ve nimet sahibinin nimetten mahrum kalması için çaba sarf eder. Hased, gıptadan farklıdır. Zira gıpta, bir kişinin nail olduğu nimetin mislinin kendisinde de olmasını temenni etmektir. Gıptada, gıpta edilenin nimetten mahrum olmasını istemek yoktur. Bundan dolayıdır ki mü'minin gıpta, münafığın hased ettiği rivayet edilir.Bediüzzaman Hazretlerine göre hased etmek tamamen şer olup içinde hayır yoktur. Hased, hased eden için azaptır. Onu yakar, ezer ve mahveder. Hased edilenin ise zararı ya hiç olmaz veya çok az zarar eder. Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri mahveder.[6]Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şöyle aktarmaktadır:Ve hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o hased, hased edeni yakar.[7]Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.[8]Sevgili Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz. [9]Ebû Bekir er-Râzî de hasedi hem bedenî hem ruhî tahribata, zihnî ve amelî verimsizliğe yol açan bir hezeyan durumu olarak değerlendirir ve bundan dolayı hasedin kıskanılandan çok kıskanan kimseye zarar verdiğini söyler.[10]İmam Gazzali'ye göre hasedin sebepleri şunlardır:Düşmanlık ve kin gütme, üstünlük duygusu, kibir, böbürlenme, ulaşılmak istenen şeylerden mahrum kalma korkusu, makam ve mevki tutkusu, nefsin kötülük ve çirkinliği.[11]Bediüzzaman Hazretlerine göre haset etmekten kurtulmanın çaresi hased ettiği şeylerin akıbetini düşünmektir. Rakip olarak gördüklerindeki dünyevî güzellik, kuvvet, makam, servet gibi nimetler fanidir. Zahmeti çoktur.Hasedin çaresi, hâsid adam hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet fânîdir, muvakkattir. Fâidesi az, zahmeti çoktur.[12]Bununla birlikte hased etmekte ilahî kaderi bir tenkid bulunmaktadır. Çünkü hased eden bir kişi, ilahî rahmet ve kaderin ihsan ettiği fazilet ve nimeti çekemeyip âdeta kadere ve rahmete itiraz etmektedir. Buna işaret eden bir ayet şöyledir:اَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلٰى مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚYoksa Allah'ın lütfundan onlara (peygambere ve mü'minlere) verdiği şeylerden dolayı insanlara hased mi ediyorlar?[13]Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şöyle aktarmaktadır:Hem ona gelen musibetlerden memnun ve ni'metlerden mahzûn olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkîd ve rahmete i'tirâz ediyor. Kaderi tenkîd eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete i'tirâz eden, rahmetten mahrum kalır.[14]Hem hased etmek insanın kendi nefsine de bir zulümdür. Çünkü nimet sahibine ulaşan nimetlerden dolayı kendi nefsine azap çektirir. Bediüzzaman Hazretlerine göre bir tek şeye çok ellerin uzanması, gözlerin dikilmesi ve insanların istemesi, hased etmenin sebebidir. Yani dünyada bir şeye çokların talip olması ve insanın sonsuz arzularını tatmin edemeyen dünyanın dar ve geçici olması sebebiyle insanların rekabete girişmesidir. Bundan dolayı sıkıntı verme, münakaşa ve müsabakalar görülmekte ve bunun sonucunda insan gıptaya sonra da hasede düşmektedir. Bediüzzaman dinî ve ahirete ait amellerde rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmaması gerektiğini düşünmektedir.Umûr-u dîniye ve uhreviyede rekābet, gıbta, hased ve kıskançlık olmamalı. Ve hakîkat nokta-i nazarında olamaz. Çünki kıskançlık ve hasedin sebebi, bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame ve münâkaşa ve müsâbaka sebebiyle gıbtaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâhide, çoklar tâlib olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebebiyle, insanın hadsiz arzularını tatmîn edemediği için, rekābete düşüyorlar.[15]Rabbimiz Felak Suresinde hasetçilerin hasedinden sığınmamızı şöyle tembihlemektedir:De ki: Felak'ın (sabahın) Rabbine sığınırım!, Yarattığı şeylerin şerrinden!. Ve karanlığı bastığı zaman, gecenin şerrinden! Ve düğümlere üfleyen (büyücü)lerin şerrinden! Ve hased ettiğinde, hased edenin şerrinden![16]Hased Etmemek Cennetin AnahtarıdırAllah Resûlü bir Medine sabahında yine ashâbıyla oturuyor, onlara anlatıyor, öğretiyor, dinliyor ve cevaplıyordu. Bir ara durdu ve “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam geliyor!” dedi, sahâbîler, ensardan bir zâtın geldiğini gördüler. Sakalından, aldığı abdestin suyu damlayan, terliklerini eline almış bir sahâbî idi bu. Başka bir gün, ashâbı ile otururken Hz. Peygamber (sav) yine aynı şeyi söyledi: “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam geliyor!” Gelen, yine aynı şahıstı. Üçüncü gün de aynı olay tekrar etti. Hz. Peygamber o günkü sohbetini bitirip meclisten ayrılınca sahâbîler de dağılmaya başladı. Genç sahâbîlerden Abdullah b. Amr bunun nedeni hayli merak eder ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) cennetlik olduğunu söylediği zâtın peşine düşer.......Nihayetinde ensarlı sahabi Abdullah b. Amr'a şöyle dedi: “Ben kalbimde hiçbir Müslüman'a karşı kin, nefret ve samimiyetsizlik bulundurmam ve Allah'ın kendisine ihsanda bulunduklarından dolayı hiç kimseye haset etmem.” Bunun üzerine Abdullah b. Amr diyor ki: “İşte seni yücelten bu! Bizim yapamadığımız da bu!”[17]Ayrıca Bakınız:Faziletfüruşluk ve Gıpta Damarının Tahrik EdilmesiMü'minin Mü'mine Hased EtmesiHasedden Sakınmak[1] Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, Süeda Yayınları, Isparta 2023, s.57[2] Râgıb el-İsfahânî, eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi'ş-şerîʿa, Kahire 1985, s. 348.[3] Bediüzzaman, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 111[4] Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 167[5] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî ġarîbi'l-Ḳurʾân (nşr. M. Seyyid Kîlânî), Kahire 1961, s.[6] İbn Mâce, “Zühd”, 22; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 44[7] Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 308[8] Bediüzzaman, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 111[9] Nesâî, “Cihâd”, 8[10] Ebû Bekir er-Râzî, eṭ-Ṭıbbü'r-rûḥânî (nşr. P. Kraus, Resâʾil felsefiyye içinde), Kahire 1939, s. 51.[11] İmam Gazzâlî, İḥyâ-i Ulumud Dinʾ, Kahire 1967, c.3, s. 232-249[12] Bediüzzaman, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 111[13] Nisa, 4/32[14] Bediüzzaman, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 111[15] Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 163[16] Felak, 113/1-5[17]İbn Hanbel, III, 166.
13.527
Namazda bir defa rüku iki defe secde yapmanın hikmetleri nelerdir?
4.218
Bankalar promosyon parası yerine faizsiz kredi vermektedirler. Bu uygulama caiz midir?
7.105
Bu cümleyi nasıl anlamalıyız?
6.864
İşrakiyyun hukemasına misaller verir misiniz? İbni Sina ve Farabi “Meşaiyyun” fırkasına mı aitler?