Vahdetül vücud nedir?
Varlığın birliği manasına gelen bir tabirdir. İslam tasavvuf tarihinde başta Muhyiddin-i Arabî olmak üzere bazı evliyaların ortaya attıkları bir görüştür.
Buna göre bir tek varlık gerçekten vardır. O da Allah'dır. Diğer varlıkların Allah'dan başka gerçek bir varlıkları yoktur.
Bu görüş İslam inancının temellerinden biri olan "Eşyanın hakikati vardır" görüşüne terstir ve İslam âlimlerinin büyükleri tarafından reddedilmiştir. Üstad Bediüzzaman bu görüşün yanlışlığını gösteren bir kaç bahis yazmıştır. Onlardan kısa bir yeri aşağıya alıyoruz:
"Sual: Vahdet-ül Vücud mes'elesi, çoklar tarafından en yüksek makam telakki ediliyor. Halbuki velayet-i kübrada bulunan (en büyük evliyalar olan) başta Hulefa-yı Erbaa (dört halife) olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Aba (Hz. Peygamber (sav), Ali, Fatma, Hasan Hüseyin (r. anhüm)) olarak Eimme-i Ehl-i Beyt (Ehl-i Beyt imamları) ve hem başta Eimme-i Erbaa (dört mezheb imamı) olarak müçtehidîn ve tâbiînden bu çeşit vahdet-ül vücud meşrebi sarihan (açıkça) görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mı bulmuşlar?
Elcevab: Hâşâ! Şems-i Risalet'in (Peygamberlik güneşinin) en yakın yıldızları ve en karib vereseleri (en yakın mirasçıları) bulunan o asfiyadan (en büyük evliyalardan) hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i Kübra (en büyük yol) onlarındır.
Vahdet-ül Vücud ise, bir meşreb (yol) ve bir hal ve bir nâkıs (noksan) mertebedir. Fakat zevkli, neş'eli olduğundan, seyr ü sülûkta (manevî yükselişte) o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar; en münteha (son) mertebe zannediyorlar.
İşte şu meşreb sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten (vasıtalardan) tecerrüd etmiş (sıyrılmış) ve esbab (sebebler) perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârane (manevî bir coşkunluk içinde) bir şuhuda (keşif bakışına) mazhar ise; vahdet-ül vücuddan (varlığın bir olmasından) değil, belki vahdet-üş şuhuddan (yalnız bir varlığı görmekten) neş'et eden (ortaya çıkan), ilmî değil, hâlî (fikirle değil his ve zevkle) bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa esbab (sebebler) içinde dalmış ise, maddiyata mütevaggil (maddeye dalmış) ise, vahdet-ül vücud (varlık tektir) demesi, kâinat hesabına Allah'ı inkâr etmeye kadar çıkar.
Evet cadde-i Kübra (hakikate ulaştıran en büyük, en doğru yol ), sahabe ve tâbiîn ve asfiyanın caddesidir. ‘Eşyanın hakikati sabittir’ cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. … Ehl-i vahdet-ül vücudun dedikleri gibi; mevcudat, evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi, Cenab-ı Hakk'ın âsârıdır (eserleridir)."