Risale-i Nur ile tarikat arasındaki fark nedir?
“Tefsîr iki kısımdır. Birisi: Ma‘lûm tefsîrlerdir ki, Kur’ân’ın ibâresini yani metnini ve ifadelerini ve kelime ve cümlelerinin manâlarını beyân ve îzâh ve isbat ederler. İkinci kısım tefsîr ise: Kur’ân’ın îmânî olan hakîkatlerini kuvvetli delil ve hüccetlerle beyân ve isbat ve îzâh etmektir. Bu kısmının pek çok ehemmiyeti var. Zâhirdeki ma‘lûm tefsîrler, bu kısmı bazen mücmel yani özet bir tarzda derc edip anlatıyorlar. Fakat Risâle-i Nûr doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsâlsiz bir tarzda muannid yani inatçı feylesofları susturan bir ma‘nevî âlî ve yüce bir tefsîrdir.”[1]
Demek “Risale-i Nurlar, ne şarkın malûmâtından ve ilimlerinden ve ne de garbın felsefe ve fenlerinden gelmiş bir mal ve ne de onlardan iktibâs edilmiş bir nûr değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki arşa bağlı olan yüksek mertebesinden iktibâs edilip alınmıştır.”[2]
“Hattâ ilm-i mantıkta kaziye-i makbûle tabîr ettikleri, yani büyük zâtların delîlsiz sözlerini kabul etmektir. Mantıkça yakîn ve katiyeti ifâde etmiyor. Belki zann-ı galible kanâat verir. İlm-i mantıkta burhân-ı yakînî yani kesin delil, hüsn-ü zanna ve makbûl şahıslara bakmıyor, çürütülmez delîle bakar ki, bütün Risâle-i Nûr huccetleri, bu burhân-ı yakînî kısmındandır. Çünkü ehl-i velâyetin amel ve ibâdet ve sülûk ve riyâzetle gördüğü hakîkatlar ve perdeler arkasında müşâhede ettikleri hakaik-i îmâniye, aynen onlar gibi Risâle-i Nûr ibâdet yerinde, ilim içinde hakîkata bir yol açmış; ve sülûk ve evrâd yerinde, mantıkî burhânlarla ilmî huccetler içinde hakîkatü’l-hakaika Allah’a ulaşan bir yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü’d-dîn içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakîkat ve tarîkat cereyânlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydândadır.”[3]
“Risâle-i Nûr’a hizmet eden, îmânını kurtarıyor. Tarîkat ve şeyhlik ise velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın îmânını kurtarmak, on mümini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü îmân, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mümine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temîn eder. Velâyet ise müminin cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise bir adamın îmânını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaplıdır.”[4]
Tarikatler insanı Allah’a ulaştıran yollardır. Risale-i Nurlar da insanları Allah’a ulaştıran o yollardan biridir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder. “Cenab-ı Hakk'a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarikatler Kur'ân’dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli yani herkesin gidebileceği bir yol oluyor. O tarîkler içinde, kasır fehmimle yani kısa anlayışımla Kur'ân’dan istifade ettiğim acz, fakr, şefkat ve tefekkür tarîkıdır.
Evet acz dahi, aşk gibi belki daha selametli bir tarîktir ki; ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar götürür yani insan aczini gideren Rabbine ibadet ede ede Cenab-ı Hakk’a sevgili bir kul haline gelir. Fakr dahi bu surette, Rahman ismine îsal eder, ulaştırır.
Bu acz ve fakr Cenab-ı Hakk’ın Kadir ve Rahman isminin akslerinin insan üzerindeki tecellilerini gösterir. Zira fizik kuralındaki etki tepki noktasından baktığımızda insan düşündüğünde daha yok iken sonsuz derecede aciz ve fakir olduğunu anlar. Onun tepki olarak var edilmesi, acizliğinin ve fakirliğinin giderilmesi ise bir etkinin sonuncudur. Böylece insan bu ihtiyaçları gideren Cenab-ı Hakk’ın Kadîr ve Rahman isimlerini bulur ve onların vesilesiyle de Cenab-ı Hakk’a kavuşmuş olur.
Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine ulaştırır. Hem tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine ulaştırır.
Yani insan merhamet ettiklerine gösterdiği şefkatten anlar ki; nasıl bu şefkat benden geliyorsa bu âlemde her tarafı kuşatan ve varlıklara gösterilen şefkat de Rahim olan Allah’tan geliyor.
Ve yerli yerinde yaptığı hikmetli işleriyle de şunu anlar ve der ki; madem yaptığım işlerdeki hikmetin sahibi ben oluyorum; öyle de âlemdeki bütün varlıklar üzerinde görülen hikmetler de Hakîm olan Allah’tan geliyor.
Demek insanlardaki şefkat ve hikmet, Cenab-ı Hakk’ın Rahîm ve Hakîm isimlerinin insan üzerine tecelli eden numuneleridir. İnsan bu numunelerle o isimlere ulaşır. Böylece insan o isimleri bulmakla o isimlerin sahibi olan Allah’a kavuşmuş olur.
Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, Letaif-i Aşere gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi Nüfus-ı Seb'a yedi mertebeye atılan adımlar da değil, belki Dört Hatve’den ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattır, şeriattır.
Evet Kur’an’dan alınan tarikatler genel olarak iki kısma ayrılıyor. Biri, Nakşi Tarikatı gibi evrad ve ezkarları gizli çekenlerdir. Bunlar on esas üzerine bina edilmiştir. Yani atılan on adım ile insanı Rabbine kavuşturur. Bu adımlar; kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, nefs, ateş, hava, su ve topraktır.
İkincisi, Kadiri Tarikatı gibi evrad ve ezkarı cehri yani sesli olarak çekenlerdir. Bu tarikat da yedi esas üzerine kurulmuştur. Bunlar da nefs-i emmare, levvame, mülheme, mutmaine, radiye, mardiye, safiye (kâmiledir) bu yedi adım ile insanı Rabbine kavuşturur.
Risale-i Nur ise dört esas temel üzerine bina edilmiştir. Dört adım ile insanı Rabbine kavuşturur. Bunlar acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür ve tarikatten daha ziyade hakikattir, şeriattır. Evet Risale-i Nur yalnız evrad ve ezkar ile değil belki hakikat ve şeriatı da esas yaparak Allah’a giden bir tarikattır, bir yoldur. Bununla beraber diğer tarikatlerin kalbe verdiği feyz ve nuru, Tarikat-i Muhammediye’nin evrad ve ezkarı sayılan namaz tesbihatı ile ve Risale-i Nur’un bir evradı olan Hizbü'l-Envâri'l-Hakâikı'n-Nuriye’deki evrad ve ezkar ile talebesine kazandırıyor.
Ve hakikat olarak da iman ve İslamiyet’in esaslarını ders veriyor. Ve şeriat olarak da başta namaz olmak üzere farzları yapmayı ve günah-ı kebairi terk etmeyi talebesine yaşattırıyor. Böylece Risale-i Nur bir Kur’an tefsiri olarak hem tarikatı hem hakikati hem de şeriatı içinde cem edip topluyor.
Yanlış anlaşılmasın acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ı Hakk'a karşı görmek demektir. Yoksa acizim diye elini eteğini her şeyden çekmek ve düşmanına teslim olmak veyahut fakirim diyerek herkese el açıp dilencilik yapmak demek değildir.
Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, farzları işlemek, büyük günahları terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta'dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır. Yani ittiba-ı sünnetten maksat şeriatın kurallarına uymaktır. Onun içinde de en önemli olanı farzları yapmak ve büyük günahları terk etmektir. Onların da içinde en önemli olanı beş vakit namazı kılmaktır ve namazın eksikliklerini tamamlayan tesbihatı yapmaktır.[5]
[1] Şualar 1, sayfa 545’ten iktibas edilmiştir.
[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybi sayfa 63’ten iktibas edilmiştir.
[3] Emirdağ Lahikası 1, sayfa 125’ten iktibas edilmiştir.
[4] Kastamonu Lahikası sayfa 103’ten iktibas edilmiştir.
[5] Sözler Mecmuası sayfa 86,87’den iktibas edilmiştir.
RİSALE-İ NUR’UN ZAHİRDEN HAKİKATE GEÇEN BİR MESLEK OLDUĞUNA DAİR
Risale-i Nur, evrad, ezkar, hatme, rabıta, seyr-i süluk gibi yollarla ilerleyen klasik bir tarikat değildir. Fakat tarikat insanları “zahirden hakikate ulaştırdığı” gibi, Risale-i Nur da aynı vazifeyi, faaliyeti yapmaktadır. Burada ister istemez zahir nedir, hakikat nedir, zahirden hakikate geçmek nedir? Soruları akla geliyor. Kısaca bu sorulara cevap verelim:
Zahir, Bu gördüğümüz şehadet alemi, sebebler alemi, madde alemidir. Yaşadığımız bu şehadet aleminde eşyanın kendi kendine var olduğu, her şeyin sebeplerle meydana geldiğini görürüz. Halbuki bu görünüşte böyledir. Hakikatte ise bütün eşyayı, varlıkları icad eden ve onları varlıkta, ayakta tutan Allah’ın kudretidir. Keza bütün meydana gelen olaylar yine onun kudretiyle, isim ve sıfatlarıyladır. Sebeplerin arkasındaki müessir, hakiki güç Allah’ın gücüdür.
Zahirden hakikate geçmek; Bu şehadet aleminin (madde aleminin) ötesindeki eşyanın ve hadiselerin künhüne, sırrına vakıf olabilmek, onların hakikatına erebilmektir. Diğer ifadeyle kainatta Allah’ın tecelli eden isim ve sıfatlarını, kudretini, hikmetini yakini olarak müşahede edebilmektir.
Tasavvuf ibadetler üzerinde yoğunlaşarak yüz yıllar boyunca insanları bu sırra mazhar etmeye çalışmış ve sayısız evliya yetiştirmiştir. Risale-i Nur ise tasavvuf faaliyeti yapmadan, bu zamanın ihtiyaçlarına uygun olarak, nafile ibadetler değil, ilim üzerinde durarak insanları hakikate ulaştırmaktadır. Üstad şöyle der:
“İ'lem Eyyühel-Aziz! Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’an’dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere alet ilimlerini okumaksızın îsal edici (ulaştırıcı) bir yol buldum. Seri-üs seyr olan (hızlı hareket eden) bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı/yolu ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır.”
Üstad Mektubat adlı kitabında yukardaki ifadelerini biraz daha genişleterek şu cümleleriyle ifade eder:
“Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gafil kafasına müdhiş tokatlar indi, (اَلْمَوْتُ حَقٌّ ) (Ölüm haktır!) hükmünü düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr, kurtarıcı aradı. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh-i Geylanî Radıyallahü Anh'ın "Fütuh-ul Gayb" namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefe'ülde şu çıktı: (اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ) (Sen darül hikmettesin. Kalbini tedavi edecek bir doktor ara!) Acibdir ki; o vakit ben, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye âzası idim. Güya Ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.
İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: "Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!" Ben dedim: "Sen tabibim ol!" Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamamen okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatını dinledim, çok istifaza ettim.
Sonra İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe'ül ederek açtım. Acaibdendir ki, bütün Mektubatında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektub" diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said'in bir lâkabı, "Bediüzzaman"dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî'den başka o lâkabla iştihar etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum. Yalnız İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani: Birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: "Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekin
in mi arkasından gideyim?" tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en a'lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakikî'nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz.
Demek Kur’an’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmündedirler.
Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur'an onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur'an-ı Hakîm, hakikatları ifade ettiği gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.
Evet zahirden hakikata geçmek iki suretledir:
Biri: Tarîkat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat'-ı meratib ederek hakikata geçmektir.
İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek hakaik-i Kur'aniye’den tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.”
Üstad’ın zahirden hakikate geçme konusunda yukarda zikredilen ifadelerine benzer başka izahları da Mesnevi adlı kitabının mukaddimesinde şöyle geçer:
“Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikat-ül hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarîkat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda "Tevhid-i kıble et!" demiş; yani "Yalnız bir üstadın arkasından git!" O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki:
“Üstad-ı hakikî Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (ra), Mevlâna Celaleddin (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Kur'an'ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ (وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِد) (Her şeyde ona dair bir ayet/bir delil vardır. Onun bir olduğuna delalet eder.) hakikatına mazhar olduğunu, Yeni Said'in Risale-i Nur'uyla göstermiş.
İkinci Nokta: Mevlâna Celaleddin (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) ve İmam-ı Gazalî (ra) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillahilhamd Eski Said Yeni Said'e inkılab etmiş. Aslı Farisî sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arabça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu'le, Lem'alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sâir dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat'ı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab'etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dâhilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalalette giden ehl-i felsefeye karşı Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.
Üçüncü Nokta: O Yeni Said'in münazarasıyla, nefis ve şeytanın tam mağlub edilmesi ve susturulması gibi, Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikati kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor. Demek bu Arabî Mesnevî Mecmuası, Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dâhilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhudat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.
Aşağıya bu mevzu ile ilgili yazıları alıyoruz:
Beşinci Mektub
Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler zevklere ve vecdlere ve kerametlere tercih ederim."
Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."
Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."
Hem demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanad ile sülûk edilir." Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. öyle ise tarîk-i Nakşî'nin üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, imamı Rabbanî de (r.a) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (r.a) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiye’nin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil...
İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur'anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur'aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi' bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki böyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i'caz-ı Kur’an’ın manevî lemaatından olan malûm Sözler'i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.
Üstad Bediüzzaman meşrep tassubu yaparak ehli tarikatı, tarikatı bırakarak kendine tabi olmaya çağırmaz. Tam tersine tarikatı över , fakat ehli tarikatın Risale-i Nur’a da sahip çıkmasını ister. Onların hem tarikat faaliyetini, hem de iman hizmetini yapmasını ister. Bu konuda bazı ifadeleri şöyle:
Nurlar, mektebleri tam nurlandırmağa başladı. Mekteb şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahib ve naşir ve şakird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ülemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar. Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahib çıkmaları lâzım ve elzemdir (Haşiye) . Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatını düşünüp "Tarîkat zamanı değil, bid'alar mani' oluyor" dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarîkatın hülâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarîkatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlub olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid'atlara ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.
Daireye girmeden evvel bulduğu şeyhini daireye girdikden sonrada her ferd, o şeyhini ve o mürşidini dairede muhafaza edebilir. Fakat şeyhi olmayanlar daireye girdikden sonra ancak daire içinde mürşid arayabilir.
Risale-i Nur’da Keramet
Keramet ve İkram Arasındaki Fark:
Tarikatlerde olduğu gibi, Risale-i Nur hizmetinde de bazı harikuladelikler görülür. Üstad bu harikulade hallere “Keramet değil, ikramdır” der. Kerametle ikram arasındaki farkı “Dokuzuncu Mektup”ta şöyle izah eder:
Neşr-i envâr-ı Kur'âniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin, bir ikram-ı İlâhîdir, belki bir keramet-i Kur'âniyedir, bir inâyet-i Rabbâniyedir. Sizi tebrik ediyorum. Keramet ve ikram ve inâyetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:
Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer kerametle müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmâresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidraç olabilir.
Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar olursa: Meselâ, birisinin kalbinde bir sual var. İntâk-ı bilhak nev'inden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve "Beni benden ziyade terbiye eden bir Hafîzim vardır" der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfâsına mükellef değil. Fakat fahr için, kasten izharına çalışmamalı. Çünkü, onda zâhiren insanın kisbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir.
Amma ikram ise, o, kerametin selâmetli olan ikinci nev'inden daha selâmetli, bence daha âlidir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kisbin medhali yoktur; nefsi onu kendine isnad etmez.
İşte, kardeşim, hem senin hakkında, hem benim hakkımda, bahusus Kur'ân hakkındaki hizmetimizde eskiden beri gördüğüm ve yazdığım ihsânât-ı İlâhiye bir ikramdır; izharı, tahdis-i nimettir. Onun için sana karşı, tahdis-i nimet nev'inden, ikimizin hizmetimize ait muvaffakiyâtı yazıyorum. Biliyordum ki, sende fahr değil, şükür damarını tahrik ediyor.
Keramet İstenir Mi?
Hem lisan-ı hal, hem lisan-ı kal ile ve başka tezahüratlarla sorulan bir suale cevaptır.
Deniliyor ki: "Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarikatlerden ziyade iman hakikatlerinin inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirtleri kısmen bir cihette velâyet derecesindeler. Neden evliyalar gibi mânevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar? Bunun hikmeti nedir?"
Elcevap:
Evvelâ: Sebebi, sırr-ı ihlâstır. Çünkü, dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozar.
Saniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarikatta sülûk eden âmi ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zayıf olanları takviye ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur'un imanî hakikatlerine gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakikî şakirtleri, öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.
Salisen: Risale-i Nur'un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahipleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarikatın mâbeynindeki ihtilâf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında, ehl-i gafletin nazarında, onlara sû-i zan edip, o mübarek zatları, benlik ve enaniyetle itham etmeleri gösteriyor ki, Risale-i Nur'un şakirtleri, şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir.
Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i mâneviye ve kardeşler birbirinde tefâni noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikrâmât-ı İlâhiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemâlât ve kerameti aramıyorlar.
Rabian: Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle, âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki, hazır lezzete meftun kör hissiyât-ı insaniye, fâni, hazır bir meyveyi, bâki, uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu hâlet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirtleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı mâneviyeyi dünyada aramıyorlar.
Risale-i Nur şakirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: "İhtiyacımız şedittir."
Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: "İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir."
Birden o mübarek hanım demiş ki: "Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fâni bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil." Birden yerine gitti, Keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.
İşte bu iki kahraman ehl-i hakikat, Risale-i Nur şakirtlerinin dünyaya ait ezvak-ı kerametlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misaldir.