Tabiat Risalesi’nin üçüncü muhalinde geçen, ''Sultan-ı Ezeli’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kainatın MANEVİ KANUNLARINI birer MADDİ MADDE tasavvur ederek ve saltanat-rububiyetin KAVANİN-İ İTİBARİYESİNİ ve o Mabud Ezeli’nin şeriat-ı fıtriyye-i kübrasının MANEVİ ve yalnız VÜCUD-U İLMİSİ bulunan ahkamlarını ve düsturlarını birer MEVCUD-U HARİCİ ve maddi bir madde tahayyül ederek o İLM ve KELAMDAN gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları...” cümlesindeki büyük harfle yazılı ibareler ne anlama geliyor? Somut örnekler vererek açıklar mısınız?
Burada, bazılarının tabiat kanunları dedikleri, aslında Allah’ın kâinatta görünen yaratma kanunlarının mahiyetinin ne olduğu anlatılmaktadır ve hulasa olarak, yaratanın, iş yapanın kanunlar değil Allah olduğu izah edilmektedir.
Manevi Kanunlar:
Kanunların maddi varlıkları yoktur. İlimde ve akılda mana olarak bulunan kavramlardır.
Maddî Madde:
Maddeten, yani en boy ve hacim olarak âlemde bir yer işgal eden nesne demektir. Kanunlar böyle bir nesne, ya da enerji değildir.
Kavanin-i İtibariye:
İtibarî kanunlar demektir. Aslında maddeten var olmadığı halde var gibi itibar olunan var saydığımız kanunlar demektir. Üstad Barla Lahikasın’da şöyle der: “Kanunlar itibarî emirlerdir (işlerdir); ilmî vücutları var, haricî vücutları yoktur.” Yani kanunların özelliği hakiki değil itibarî, varlıklar olmalarıdır.
Şeriat-ı Fıtriyye-i Kübra:
Allah’ın iki şeraiti vardır. Biri insanların hayatını düzenleyen İslam şeraitidir. Diğeri bütün kainatı düzenleyen büyük şeraitidir. Evrendeki bütün olaylar, oluşumlar, bu büyük yaratma şeraitin kanunları ile olur. Fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi fen bilimlerinin evrende tesbit ettiği kanunlar Allah’ın kâinattaki icraatlerini düzene koyduğu kanunlardır. Bunlara, kendiliğinden var olan kanunlar anlamında tabiat kanunları demek büyük bir hatadır. Üstad bunu şöyle ifade etmiştir:
“Pek yanlış ve hata olarak tabiat namı verilen ilahî adet kanunlarının bir mecmuası ve san'at-ı Rabbaniye’nin bir fihristi…”
Manevî ve yalnız Vücud-u İlmisi Bulunan Ahkâmlar:
Allah’ın büyük yaratılış şeraitinin hükümleri (kanun maddeleri) maddi değil manevidir ve yalnız ilimî vücutları vardır. Yani bunlar mana olarak bulunan ilmi varlıklardır, âlemde bir yer işgal etmezler, Allah’ın ilminde ve insanların zihinlerinde bulunurlar.
Mesela, bulunduğumuz evde desek ki, “bundan sonra yemek şu saatte yenecek ve şu saatte yatılıp şu saatte kalkılacak ve buna kesinlikle uyulacak” deyip bir günlük program yapsak bu bir kanun sayılır. Fakat bu kanun hiçbir yerde maddi olarak bulunmadığı halde manevî ve ilmî olarak ev halkının zihinlerinde bulunur. İşte böyle maddi varlığı olmayan ilmî kavramlara mevcûd-u ilmî, ya da vucud-u ilmî denilir.
Mesela, yerçekimi kanununun hakiki, maddî bir varlığı yoktur. Ama ilimde ve zihinde böyle bir kavram vardır. Yalnız burada kanun ile kanunun icra edildiği fiilleri karıştırmamak gerekir. Mesela, yerin bir elmayı çekip ağaçtan düşürmesi fiili kanun değildir, kanunun icra edildiği bir iştir. Kanun ise, yerin hangi düsturlarla çekeceğini anlatan bir kavramdır.
Mevcud-u Harici:
Bu ise vücud-u İlmînin tam tersidir. Yani yalnız ilimde değil, ilmin dışında da alemde bir yer işgal eden varlık demektir. Kanunlar mevcud-u haricî değildir, yalnız vücud-u ilmîleri vardır.
Kanunların İlim ve Kelamdan Gelmesi:
Bütün kainatın kanunları Allah’ın ilmindedir ve Allah bu kanunların bu şekilde olmasını kelam sıfatıyla “ol” emriyle de ifade etmiştir. Yani, “yer böyle çeksin, güneş şöyle ısıtsın, atomlar şu tarzlarda birleşip ayrılsın” gibi emirlerle kelam sıfatıyla emretmiştir.
Yalnız Allah’ın kelamını insanın kelamıyla aynen kıyaslamak bizi yanlış neticelere götürür. Çünkü onun kelamı ezelidir ve diğer sıfatları gibi onun zatının ne aynısı ne gayrısıdır, zatından ayrılıp kâinata doğru giden bir ses asla değildir. Allah’ın zatında olan bu kelama, âlimler kelam-ı nefsî tabir etmişlerdir.
Bütün bunların neticesi olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin burada anlattığı şudur:
Kâinatta varlıkları anlaşılan kanunlar tabii değildir, Allah’ın yaratırken takib ettiği kendi hikmetli adetleridir. Bu kanunların böyle olmasını dilemiş ve kelamıyla emretmiştir. Bu kanunlar maddi varlıklar değildir. Allah’ın ilminde olan manevî varlıklardır. İnsanlar ise ilmî ilahide böyle kanunların bulunduğunu etraflarında cereyan eden yaradılış hadiselerindeki düzenden ve hep aynı şartlarda aynı tarz yapılmasını görmekle anlarlar. “Demek ki yaratıcının kendine ait bir yaratma düzeni vardır” diye fark ederler.
Fakat maalesef, bazı gafil insanlar da etraflarındaki bu düzenin bir kanuna dayandığını fark edip Allah’a vermek yerine bu kanunların kendiliğinden var olduğunu ve âlemin düzen ve ahengini bu kanunların sağladığını zannederler.
Halbuki yalnızca ilmen var olan kanunların alemde maddi işler yapması, etkide bulunarak eşyayı düzene sokması aklen imkansızdır ve saçmalıktır. Yukarıdaki örnekten yola çıkarsak, evde koyduğumuz program kendiliğinden evi düzene sokabilir mi? Maddeten var olan, bilgi ve kuvveti bulunan bizler o programı uygulamadıktan sonra, mana ve kavram boyutunda ve yalnız zihnimizde bulunan o ilmî program kalkıpta ev işlerini asla düzene sokamaz. Çünkü zihinde varsa da evin içinde maddi olarak yoktur. Olmayan şey evi nasıl düzene soksun?
Aynen bunun gibi âlemdeki kanunlar da âlemin içinde bulunan maddi varlıklar değildir. Yalnız ilmi, itibari varlığı bulunan ve gerçek maddi varlığı olamayan, âlemde yer kaplamayan, hatta enerji olarak dahi bulunmayan bu kanunlar, âleme etki etme kabiliyetinden yoksundurlar.
Öyleyse o kanunları kendine adet edinmiş olan Allah’tan başka kimse şu âlemdeki düzeni ve yaratmayı sağlayamaz.