Hiç kimse eceli gelmeden ölmez, öldürülemez! Bu ehli sünnet akidesidir... Öyleyse "Hafız Ali Benim yerime öldü" diyen Bediüzzaman Hazretleri bunu nasıl iddia etmektedir? Bunun dinimizdeki yeri nedir?
Herkesin bir eceli olduğu ve ölen kişinin eceli geldiği için öldüğü bir ehl-i sünnet inancıdır. Fakat bununla kasd olunan Ecel-i Mübrem’dir. Ehl-i sünnet alimleri, bazı amellerin ömrü uzattığına dair bir kısım hadislerin izahı sadedinde bir de “Ecel-i muallak (şarta bağlı ecel)” kavramını ortaya koymuşlardır. Bu konudaki bir hadis şöyledir:
“Muhakkak ki sadaka, gelen hastalıkları geri çevirir. Sadaka aynı zamanda ömrünüzün uzamasına, iyiliklerinizin katlanmasına vesile olur.”(Kenzu’l-Ummal, 16113)
Yani ehl-i sünnetin tek ecel anlayışı ecel-i mübrem değildir, ecel-i muallak da vardır ve buna işaret eden hadisler vardır. Bu tabirlere Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle işaret eder:
“Ecel-i mübrem ile muallak, malûmunuz olan tabir-i diğerle ecel-i müsemma ve ecel-i kaza tabir edilir.” (Barla Lahikası)
Levh-i Mahfuz’da yazılı olan ecel ve kader değişmez, ama bir de dünyaya daha yakın olan Levh-i mahv ve isbat vardır ki orada yazılı olan kader şartlara bağlı olarak yazılıdır. Şu ayet-i kerime bu levhada bazı şeylerin yazılıp silinebildiğine işaret eder:
"Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır." (Ra’d, 13/39)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şu izahları yapar:
“Hadîs-i şerifte vârid olmuştur (gelmiştir) ki: "Bazan bela nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir." Şu hadîsin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şartlarla vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin haberdar olduğu mukadderat mutlak (kesin) olmadığını, belki bazı şartlarla sınırlı bulunduğunu ve o şartların vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor.
Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi, Levh-i Ezelî'nin (Levh-i Mahfuz’un) bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.
İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihraca binaen veya keşfiyat nev'inden (bazı evliyalarca) verilen haberler, muallak (bağlı) oldukları şartları bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar (yalanlamıyorlar). Çünki mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.” (16. Lema)
Ehl-i Sünnet akidesinin büyük imamlarından Nureddin Es-Sabunî de Maturidiye Akaidi isimli eserinde bu meseleyi güzelce açıklamıştır. Şöyle der:
“Soru: Rasûlüllah (s.a.) efendimiz, “Hısım ve akrabayı ziyaret ömrü ziyadeleştirir” buyurmuştur. Eğer insanın tek eceli olsaydı onun uzaması düşünülemezdi?
Cevap: Bu hadîs-i şerifte yer alan «ziyâde»nin izahı şöyledir: Hısım ve akrabayı ziyaret etmeseydi o kimsenin ömrünün -meselâ- elli yıl olacağı Allah taâlânın ilminde mevcuddu. Bunun yanında Cenâb-ı Hak onun hısım ve akrabayı ziyaret edeceğini ve bu sebeble ömrü¬nün yetmiş yıl olacağını da biliyordu. Binâenaleyh burada yüce Al-lah'ın hüküm ve irâde ettiği, onun, hısım ve akrabasını ziyaret ede¬rek yetmiş yıl yaşayacağı şıkkıdır. İşte oradaki yirmi yıl bu fazlalığı sebebiyle akraba ziyareti yapmamış olsaydı ömrünün elli yıl olacağına dair ilm-i ilâhîye nazaran- bir ziyade (ömrün ziyadeleşmesi) sayılmıştır.”
Bu izahı Üstad’ın meselesine tatbik edersek şöyle olur:
“Hafız Ali Abi ömrünü feda etmese idi, Bediüzzaman Hazretleri’nin 1944 yılında Denizli Hapsinde vefat edeceği Allah’ın ilminde mevcut idi. Bunun yanında Allahu Teala Hafız Ali abi’nin ömrünü feda edeceğini ve bu sebeble Bediüzzaman’ın 1960’a kadar yaşayacağını da biliyordu. Binâenaleyh burada yüce Al¬lah'ın hüküm ve irâde ettiği, Hafız Ali abinin fedakarlığı sayesinde Bediüzzaman’ın 1960’a kadar yaşamasıdır. Allahu Teala, on altı senelik bir fazlalığı Hâfız Ali abi’nin ömründen feda etmesi şartıyla takdir etmiştir.”
Hafız Ali abi’nin Üstad Bediüzzaman yerine vefatından bahsettiği yerlerden birinde Üstad, bunun önceden beri yaşanan bir hadise olduğunu henüz ölmeden önce Hafız Ali abi’ye bildiriyor:
“Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi hârika fedakârlık gösteren zâtlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.” (13. Şua)
Yine aynı Şua’da vefatından sonra şöyle diyor:
“Ben merhum Hâfız Ali'yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazan böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti.” (13. Şua)