Anadolu’nun en ıssız, en ücra yerlerinden bir yer… Dağların arasında mahrumiyet, kimsesizlik ve gurbet diyarlarından bir diyardı Barla!
Fakat 1926 senesinde Isparta’nın bu tenha beldesinde bir tarih yazılmaya başlandı. Şubat ayı sonlarında karayolu olmayan bu köye, sandalla sürgün olarak bir zat getiriliyordu. Ve tarihte görülmemiş bir zulüm ve tecâvüzatın hüküm sürdüğü bir zamanda, bir köyden bir şahıs, dünyaya hükmeden zalimlerin planlarını boşa çıkaracaktı. İşte bu zat, Hazreti Peygamberin varisi, felaket ve helâket asrının müceddidi, Bedîüzzaman Said Nursî’ydi.
Sekiz yıl sürdü Bedîüzzaman Hazretleri’nin Barla sürgünü. Bu sürgünün amacı; diri diri kabre koymak ve dini ihya edecek bir zatı yok etmekti. Fakat planlananın aksine Barla’daki esaret, zaferin ta kendisi oldu. Çünkü Allah, Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin atıldığı kuyuyu minareye çevirmişti. Barla’dan yalnız Anadolu’ya değil, tüm dünyaya “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir Nur olduğu” ilan ediliyordu.
Bugün kıtaları dolaşan, doğunun ve batının okuyup yazdığı, Risâle-i Nur’un muhteşem tarihiydi Barla’da yazılmaya başlanan. Bedîüzzaman Hazretleri, sıkıntılardan ibaret sergüzeşt-i hayatı gibi Barla sürgününü de Allah’ın ihsanı ve ikramı olarak gördü. Milyonların dünya ve âhiret saadetine vesile olan Risâle-i Nur’ları, bu çilekeş hayatın meyvesi olarak kabul ediyordu. Bedîüzzaman Hazretleri’nin çocukluğundan itibaren gurbet sancıları çeken ruhu, fevkalade kemalât bulmuş ve Barla, Risâle-i Nur’un doğduğu yer olmuştu.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin davasına, bu ücra köyde bir avuç kahraman sahip çıktı. Ekseriyeti Barla ve Isparta civarından olan bu kahramanlar, büyük riskler altında çok büyük fedakârlıklar göstererek Risâle-i Nur’ları yazdılar ve yaydılar. Risâle-i Nur Külliyatı’nın yarısından fazlası, Sözler, Mektûbat ve Lemalar’ın büyük bir kısmı Barla’da yazıldı. Dağların ve bağların medrese olduğu bu belde, âlemi kuşatacak Şecere-i Tûbâ misali bir nurlu ağacın çekirdeğinin besmele ile ekildiği yer oldu.
KUR’ÂN’IN ÇELİK ZIRHININ ÖRÜLDÜĞÜ YER
Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındaydı. Birden o dağ, müthiş bir şekilde infilâk etti. Dağlar büyüklüğündeki parçalarını, dünyanın her tarafına dağıttı. Hazret baktı ki; o dehşet içinde merhum annesi de yanında. Dedi: “Ana, korkma! Bu, Cenâb-ı Hakk’ın emridir; O, Rahîm’dir ve Hakîm’dir.” Birden o anda, baktı ki; mühim bir Zât, ona emrediyor: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!”
Bu rüyayı Birinci Dünya Savaşı’ndan önce görmüştü Bedîüzzaman Hazretleri. Ve anlamıştı ki; dünyada bir büyük infilâk kopacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân’ın etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân, kendi kendini müdafaa edecek. Kur’ân’a hücum edilecek, fakat i’câzı O’nun çelik bir zırhı olacak. Ve Kur’ân’ın i’cazının bir nev’ini ortaya koymak için bizzat kendisi namzed gösterilmektedir.
Bu sâdık rüyanın tabiri aynen tecellî etti. Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Ardından dinsiz komiteler -gerek gizli, gerek aşikâr- elbirliğiyle Allah ve âhiret inancını yeryüzünden kaldırma mücadelesine giriştiler. Anadolu’daki uygulamalar ise, 1922’den itibaren tam anlamıyla dehşet vericiydi. 600 yıl boyunca İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bu mukaddes milletin sinesindeki imanı söküp atma ve dinsiz bir millet haline getirme çabası veriliyordu. Amaç; İslâm, hiçbir şekilde öğretilmeyecek böylece din karşıtı bir nesil meydana getirilecekti.
İşte tam bu sırada, yeryüzü mescidinin Barla minberinde Kur’an, kendini müdafaaya başladı. Barla’da, Kur’ân’ın manevî çelik zırhı dokunuyordu. Kur’ânî delil ve hakîkatlerden ibaret olan Risâle-i Nurlar, dinsizliğin bin seneden beri birikmiş bâtıl fikirlerini tek tek parçalayıp çürütüyor, Kur’ân’ı söndürmek isteyenlerin istikbâlleri sönüyordu.
“Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz!” (Hicr, 3)
BARLA’DAKİ MUVAFFAKİYETİN SIRRI NEYDİ?
Her asrın Ebû Cehilleri ve Ebû Bekirleri vardı, şüphesiz. Peygamberlerin dahi fitnesinden dehşete düştüğü âhir zaman ise, Ebû Cehil’in en sevdiği torunlarını barındırıyordu. Fakat ne büyük ibrettir ki, dinsizlik altın çağındayken bile, karanlık odaklar her türlü yolu deniyor fakat Bedr’in küçük kardeşlerini yok edemiyorlardı.
Peki, güçlüleri güçsüz kılan neydi? Karanlıklar asrında Barla’dan yayılan Nur, niçin bir türlü söndürülemiyordu. Her şeye rağmen Barla’daki bu muhteşem muvaffakiyetin sırrı neydi?
“Bedr’in aslanlarının muzafferiyet sırrı neyse, Barla kahramanlarının muvaffakiyet sırrı da oydu: İHLÂS”
Bu Isparta kahramanları olan Nur Talebeleri, kardeşlerinden herhangi birinin kendilerinden daha üstün olduğunu görseler, samimi bir şekilde iftihar ederek lezzet alıyorlardı. Talebelerden herhangi birisi, kendilerini geçecek derecede Üstad’ın muhabbetini kazansa, gösterişsiz olarak memnun oluyorlardı. Birbirini sevmede, merhamet etmede ve yardımlaşmada, adeta bir vücudun azaları gibiydiler. İstikbâlde çok büyük hizmetler görecek olan, işte bu histi.
“Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu davayı isbat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukâbil, burada yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul’da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmî, insafsız me’murların tarassudat ve tazyıkatları altında yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmette; eski hizmetten yüz derece fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyyen şübhem kalmadı. Hem itiraf ediyorum ki: Samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyadan beni bir derece kurtardınız. İnşâallah tam ihlasa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlasa sokarsınız.”
“Bilirsiniz ki, Hazreti Ali Radıyallâhü Anh o mu’cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam, o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himâyetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet, hiç şübhe etmeyiniz ki, onların bu teveccühleri, ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz. Böyle manevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz [وَ يُؤْثِرُونَ عَلٰٓي اَنْفُسِهِمْ] sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddîye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ en latif ve güzel bir hakikat-ı imâni’yeyi muhtac bir mü'mine bildirmek ki; en masumane, zararsız bir menfaattir. Mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer Ben sevab kazanayım, bu güzel mes'eleyi ben söyleyeyim arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.”(21. Lem’a, 3. Düstur)
Onlardan kimisi;“Bir ağacın yükselmesi için alttaki dalların budanması, ağacı muzır hayvanattan kurtarıp istenilen neticeye yaklaştırır” diyerek, iman ve İslâm davasının yükselmesi ve devamı için hayatlarının geri kalanını Üstad Hazretleri’ne hediye ederek, Üstad’ına bedel canını feda etmişti.
Demek ki; Isparta kahramanları cesetleri ayrı, ruhları bir olan vârislerden ibaretti. Ruhu ihlâs olan bu şahs-ı manevînin kuvvetiyle Allah’ın yardım ve himayesi imdada yetişiyor ve kalemlerden akan “Siyah Nur” ile nesl-i atinin ve âlem-i İslâm’ın mukadderatı değişiyordu. İhlâs, kardeşlik, dayanışma ve fedakârlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, Allah onların bu samimiyetinden razı olmuştu. Ve dinsizlik çağında, helaket asrında, dağların arasında, mahrumiyet ve baskı içinde ektikleri kudsî hakikat çekirdekleri, büyüyerek âlem-i İslâm ve insaniyete kadar genişledi ve daha da genişlemekteydi.
Sahâbeye küçük kardeş olan bu kahraman taife ile Barla, bir gün bu köyün sınırlarını taşacak ve Anadolu, âlem-i İslâm ve dünya çapında gönülden gönüle koşarak Allah’ı anlatacak müstakbel mücahitlerin yol haritasını belirlemiş oluyordu.
“Nasıl ki velâyetin kerameti vardır, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Allah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içindeki ciddi samimi tesânüdün çok kerametleri olabilir” (Barla Lahikası)
SARAYLARA DEĞİŞİLMEYEN YER!
Bedîüzzaman Hazretleri özellikle yaz aylarında Barla’nın hemen kuzeyinde bulunan ve hayli yüksek olan Çam Dağı’na çıkar, bir müddet yalnız olarak orada kalırdı. Barla’daki evinin önünde bulunan mübarek çınar ağacının tepesindeki kulübeciği gibi, Çam Dağı’nın en yüksek tepesinde bulunan çam ve katran ağaçlarının tepelerinde de Risâle-i Nur’la meşgul oluyordu. Ve diyordu ki: “Ben bu menzilleri, Yıldız Sarayı’na değişmem!”
Üstad’ın sâdık hizmetkârları, talebeleri ve Barla ahalisi diyorlar ki: “Üstad’ı, geceleri, dershane-i nuriyenin önündeki mübarek bir ağaç olan çınar ağacının dalları arasında bulunan kulübecikte, sabahlara kadar tesbihat ile, zikirler ile terennüm eder görürdük. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteşem ağacın binlerce dalları arasında şevk ve cezbe içinde uçuşan kuşlar arasında Üstad’ın böyle sabahlara kadar çalışmasını görürdük de; ne zaman uyur, ne zaman kalkar, bilemezdik.”
BAHAR VAKTİNDE, BARLA’YA DÖNÜŞ
Bir sürgün olarak gönderildiği Barla, Bedîüzzaman Hazretleri için kendi köyü olan Nurs’dan çok daha sevimli ve kıymettardır. Çünkü manevî hayatı olan Risâle-i Nur’lar burada yazılmaya başlanmıştır.
Fakat 1934’ten sonra Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Afyon ve Emirdağ sürgünleriyle esareti devam eden Bedîüzzaman Hazretleri, yirmi beş sene boyunca Nur’un ilk medresesi olan Barla’ya hiç uğramamıştı. Cenâb-ı Hak, günün birinde sürgün olarak değil de, kendi rızası ile ve serbest olarak Barla’ya gitmeyi Hazret’e nasip etti.
Güzel bir bahar günü Barla’ya tekrar geldi. Talebeleri kendisini karşıladılar. Bedîüzzaman Hazretleri, sekiz senelik ikametgâhı olan Medrese-i Nuriyesi’ne yaklaşırken kendini tutamadı. Mübarek gözlerinden yaşlar boşanıyordu. “Bu ağaç da, Cennet’teki mübarek ağaçlardandır” buyurduğu haşmetli çınar ağacı da adeta kendisini selâmlıyordu. Bir vakitler Barla’dan Isparta’ya ayrılışında bu mübarek çınar ağacı, Üstad’ı manen uğurlamış, haşmetli kanatları olan dallarının Cenab-ı Hakk’a olan secdeye benzer bir ibadetle Üstad’ı uğurlamıştı. Şimdi ise, uzun bir ayrılıktan sonra tekrar Üstad’a kavuşmanın sevinci içinde, yine Hâlık-ı Rahmân’a secde-i şükrana kapanıyordu. Hazreti Bedîüzzaman, bu mübarek çınar ağacına sarılmış yanındaki talebelerine ve ahaliye kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti. Sonra, odasına girdi ve iki saat kadar kaldı, hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin bu gözyaşları çok şey anlatıyordu. Yetmiş yaşında olan bu mübarek zat, Hilafet, Meşrutiyet, Cumhuriyet olmak üzere tam üç dönem görmüş, gaddar kumandanlara boyun eğmemişti. Dağlar gibi dalgaları olan hadiselerin arasında dimdik duran sadece oydu! Zindanlar, sürgünler, kendisi için kurulan idam sehpaları ve ne de milletleri değiştiren tesirli cereyanlar!... Bunların hiç biri onu kudsî davasından döndürememişti. Yaralanmış, zehirlenmiş lakin ölmemiş, yılmamıştı. Dava ettiği hakikatin bir gün milletçe benimseneceğini bilen Said Nursî Hazretleri, çileli bir hayatının neticesinde, Barla’da başlayan iman ve Kur’an hakikatlerinin, gönülden gönüle yayıldığını müşahade ediyor ve artık gözyaşlarıyla şükür secdesine varıyordu.
Ey Üstad-ı Muazzam! Ey felaket asrının müceddidi, Hazreti Peygamber varisi! “Muhtaç olan koca bir millete tarif ve mikyas kabul etmez bir hizmeti îfa etmiş bulunuyorsunuz. Bu millet, bu toprak, bu vatan hiç bir zaman size olan borçlarını ödeyemezler. Dilerim ki, bu azîm, kudsî hizmetinizin mükâfatını Cenab-ı Hak size pek lâyık bir tarzda ihsan etsin. Dünya ve âhirette sizden ve bizim gibi âciz ve kusurlu hizmetçillerinden razı olsun. Âmîn...”
Barla Lahikası , Tarihçe-i Hayat
Kaynak: irfanmektebi.com