Bedîüzzaman ile Urfa şehri arasındaki münasebeti bilmeyenimiz pek azdır. Urfa, tarihi ihtiva eden bir şehir olması ve bu tarihi seyir içinde pek çok hadisenin yaşanması hasebiyle tarihimizin sayfalarında altın harflerle yazılıp yâd edilmiş ve pek çok muhterem zatlar -ki başta enbiyâlar ve evliyâların- yaşadığı şehirdir. Bazı rivayetlerde Hz. İbrahim (as), Hz. Eyyûb (as), Hz. Şuayb (as), Hz. Mûsâ (as), Hz. Elyesa (as), Hz. İsâ (as)’ın burada yaşadığı rivayet edilmiştir. Hatta bu peygamberlerden Eyyûb (as)’ın kabr-i şerifi Urfa sınırları içerisinde bulunmaktadır. Ayrıca evliyâullahtan olan Hayat-el Harrânî ve Hz. Hüseyin Efendimizin torunlarından İmam Bakır Hazretleri gibi pek çok zat da yine bu topraklarda yaşadığı bilinmektedir. Hayat-el Harrânî (ra) ki, vefatından sonra halen tasarrufu devam eden ehl-i kemal zatlardan biridir.
Yine bu silsile-i nûrânî içerisinden gelmiş, ama gelişi, manevî kış mevsimi diye adlandırdığımız, ümmetin en dehşetli helâket ve felâketi yaşadığı zaman olan âhir zamana tesadüf etmiş olan zatlardan biri de Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleridir. Hz. Peygamber (asm)’ın açmış olduğu yolda giden nûrânî kafilenin son temsilcilerinden biri olan Üstad Hazretleri, ömrünü ve tükenmek bilmez enerjisini, bu planlı tahribatların def’i için harcamış, bu zamanın hastalığının reçetesine “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba- i Kur’ândır. Azametli bahtsız bir kıta’nın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır” diyerek hayatını bu yolda vakfetmiştir. Nihayet tarihler 1960 senesini gösterdiğinde her fânî gibi O da hayatının son dönemlerine girmiştir.
1960 senesinde Bedîüzzaman Hazretleri üç defa Ankara’ya gitmiş, burada dönemin ileri gelen idarecileriyle kendilerine bir takım ikazlar ve ihtarlarda bulunmak gayesiyle görüşmüş fakat bir netice alamadan dönmüştür. Bir müddet Emirdağ’da ikametine devam eden Üstad Hazretleri daha sonra Isparta’ya geçerek hizmetine burada devam etmiştir. Buradaki sohbetlerinde ve nasihatlerinde sık sık âhiretten bahsetmesi ve vasiyeti mahiyetinde sözler sarfetmesi yakın talebeleri tarafından Üstadın son günlerini yaşadığı hissini vermiştir. Tam bu sıralarda, Bedîüzzaman Hazretleri verdiği âni bir kararla, yanındakilere, Urfa’ya hareket emri verir. Gerek hastalığı, gerekse üzerlerindeki istibdadın neticesinde tam yirmi beş saatte ancak Urfa’ya varabilirler.
Üstad Hazretleri Urfa’ya ömründe iki defa uğramıştır. Biri 1911 tarihinde Emeviye Camisinde içinde on bin kişinin ve Arap ulemasından meşhur yüz âlim zatın bulunduğu, daha sonra Hutbe-i Şamiye ismiyle basılan hutbesini okuduğu Şam-ı Şerif’e giderken uğrayıp, Urfa Yusuf Paşa camisinde halka hitap ettiği bilinmektedir. Diğer gelişi ise birazdan bazı detaylarıyla bahsedeceğimiz ömrünün bu son demlerinde olmuştur.
Urfa’ya giren Üstad Hazretleri burada İpek Palas oteline yerleşir. Bu mübarek zatın memleketlerine gelişini haber alan Urfalılar pek çok muhterem zata sahip çıktıkları gibi Üstadlarına da sahip çıkmış, bağırlarına basmışlar, saygı ve hürmetle kendisini karşılamışlardır. Otelin önü ana baba gününe dönmüş, yedisinden yetmişine bütün Urfalılar bu muhterem zatın elini öpüp, hayr duâsını alma yarışına girmişlerdir. Şanlıurfa’da şöyle bir sokağa çıksanız ve yaşı ilerlemiş piri fânîlerle biraz muhabbet etseniz pek çoğunun Said Nursî Hazretleri’nden duâ aldığını veya elini öptüğünden bahseden kısa anılar dinleyebilirsiniz.
Peki, ömründe, neredeyse hiç denebilecek kadar az bulunmuş olduğu bir memlekete, hem de pek çok yer kendisini ısrarla davet ettiği halde, Bedîüzzaman Hazretleri neden ısrarla Urfa’yı tercih etmiştir? Bu soruya dolaylı da olsa bir cevab olabileceğini düşündüğümüz ve Risâle-i Nur’larda Emirdağ Lahikasında (c.2 s.126) geçen bir mektubu nakledelim:
NEDEN URFA?
Üstadımız buyuruyor ki: “Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafından nurlara karşı kuvvetli eller sahip çıksın. Çünkü orası hem Anadolu’nun hem Arabistan’ın hem Şarkın bir nevî merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler ediyorum ki: o havalinin dindarları ve hamiyyetkarları sahip çıkmağa başladılar. Bende kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum. Urfa Medrese-i Nuriye’sine veriyorum.
İnşallah bir kısım daha onlara göndereceğim. Orada İnşallah Kur’ân’a ve imana tam hizmet edecek. Orayı Isparta’daki Medresetüzzehra ve Mısır’daki Cami’ül Ezher’in küçük bir nümûnesi haline getirmeğe vesile olmağa ve Şam ve Bağdat’taki Medrese-yi İslâmiyenin bir nümûnesini yapmağa yol açmalarını Rahmet-i İlâhiyeden ümid ediyorum.
Hem madem Risâle-i Nur’un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise İbrahim Halîlullah’ın bir menzilidir… İnşâallah bu meslek-i hilet-i İbrahimiye orada parlayacaktır. Hem ihtimal kavidir ki… Bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum.
Bütün Urfa halkına çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah duâ ediyorum. Ve bütün Urfalılara selam ediyorum. Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım onlar da bana duâ etsinler. Hüvel Baki… Said Nursî”
Üstadımız bu mektubundaki: “Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum” cümlesiyle neşredilen eserleri kastetmesine rağmen, son nefesini vermek istediği yeri de (Allah u âlem) bizlere haber vermiş olduğunu düşünüyoruz. Bir diğer rivayette “Niçin bu hasta halinizle Urfa’ya kadar geldiniz?” diye sorulduğunda: “Kardeşim rüyamda pederim İbrahim (as)’ı gördüm. Beni Urfa’ya çağırdı.” diye cevap verir.
Bu arada konuyla alakadar ibretlik bir hadiseyi anlatmadan geçemeyeceğiz: “Urfa halkının pek ziyade hüsn-ü zanlarından korkup kendilerine bir zarar geleceği evhamına kapılan zamanın İçişleri Bakanı Namık Gedik Urfa emniyet amiri Talip Albayrak’ı arayarak Said Nursî’nin derhal Isparta’ya gönderilmesini ister. Üstadın çok hasta olduğu, doktorun seyahat edemez raporu verdiği ve kendisini götürecek arabanın da olmadığını söylediklerinde “Çöp arabası ile de olsa gönderin!” deme talihsizliğinde bulunur. Kaderin ne garip bir tecellisidir ki, bu şahıs 1960 ihtilalinde (meclis penceresinden atlayarak) öldüğünde, cenazesini götürecek araba bulamadıkları için çöp arabasıyla götürmek mecburiyetinde kalmışlardır. Zaten bu gibi mübarek ve muhterem zatlara ilişenlerin sonları da böyle hazin ve elim değil midir?
Ve nihayet, Bedîüzzaman Hazretleri, 23 Mart 1960 tarihinde, mübarek bir Kadir gecesinin sabahında ruhunu Rahmân’a teslim etmiştir.
Yapılan istişareler neticesinde Üstadın naaşı Dergâh Camisinde, Urfa’nın meşhur hafızları nezâretinde yıkandıktan sonra, o tarihe kadar misli görülmemiş bir kalabalığın beraberinde Ulu Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Urfa’nın manevî havası en bol yeri olan Halilurrahman dergâhında kendisi için hazırlanan menziline defnedildi.
(Rahmetullahi Aleyh)
Vefatından iki ay sonra, 12 Temmuz 1960 tarihinde, “Eddâî” başlıklı şiirinde de zikredilen ve Üstadın bir nevî kerâmetvârî haberi niteliğinde olan mısralarda da belirttiği gibi, bu mübarek zatın mezarı askeri bir erkân nezaretinde bir gece aniden tahrip edilerek bizce meçhul bir yere nakledilir. Üstadımızın mezarı hususunda, Risâle-i Nur’da başka bir yerde de: “Has bazı talebelerimden başkası bilmemek elzemdir” ifadesi, bizi mezarını bilmemek hususunda rahatlatmaktadır. Cenâb-ı Hak bizleri, başta Habib-i Ekrem (asm) in, âlinin ve ashabının ve bu zatların şefaatine nail eylesin. Âmin
Kaynak: irfanmektebi.com