Soru

Peygamberimizin Hristiyanlara Anlatılması

Hristiyanlar Hz. İsa'nın Haşa Allah'ın oğlu olduğunu söylüyorlar. Ve İslam'ı tebliğ ederken Peygamber Efendimizi(sav) kabullenmekte zorlanıyorlar. Tebliğ yaparken Peygamber Efendimizi nasıl anlatmalıyız? Nasıl ispat edebiliriz?

Tarih: 9.03.2017 16:12:53
Okunma: 4779

Cevap

Öncelikle tevhid inancını ve esaslarını anlatmak lazımdır. Allah’ın birliğini yani tevhidi kabul etmeyen birisine İslam’ın ve imanın diğer esaslarını anlatmak oldukça güçtür.

Allah’ın varlığının delilleri için aşağıdaki linklere bakabilirsiniz.

/soru-cevap/kainatin-allahin-varligini-ispati

/soru-cevap/allahin-varliginin-isbati

/soru-cevap/allahin-apacik-isbati

/soru-cevap/allahin-varliginin-kaynagi

/soru-cevap/allahin-yaraticiya-ihtiyaci-yok

/soru-cevap/allahin-varliginin-devamli-olmasi

/soru-cevap/tevhiddeki-kolayligin-temsili

/soru-cevap/allahin-ortagi-olabilir-mi

Bundan sonra işimiz kolaylaşır. Çünkü Allah’ın bir olduğunu kabul eden birisinin hazreti İsa(a.s) için söyleyeceği şey O’nun(a.s) peygamber olduğudur ki zaten bizde bunu kabul ediyoruz. Zira bu İslam’ın bir esasıdır zaten. Bundan sonra incilden örnekler vererek hazreti İsa’nın(a.s) peygamber efendimiz (s.a.s) ‘den nasıl haber verdiğini anlatarak ıspat edebiliriz.   Bunun için Bediüzzaman hazretlerinin Mu’cizat-ı Ahmed’iye(s.a.s) adlı eserindeki semavi kitaplardan  çıkardığı delilleri aynen aşağı alıyoruz.

On Altıncı İşaret: İrhâsât denilen, bi’set-i nübüvvetten evvel, fakat nübüvvetle alâkadâr olarak vücûda gelen hârikalar dahi delâil-i nübüvvettir. Şu da “Üç Kısım”dır. Birinci Kısım: Nass-ı Kur’ân ile Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf-u Enbi­yâ’nın, nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’a dâir verdikleri haberdir. Evet, madem o kitaplar semâvîdirler. Ve madem o kitap sâhibleri enbiyâdırlar. Elbette ve her halde onların dinlerini nesheden ve kâinâtın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nûr ile ışıklandıran bir zâttan bahsetmeleri, zarûrî ve kat‘îdir. Evet, küçük hâdiseleri haber veren o kitaplar, nev‘-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı haber vermemek kābil midir? İşte madem bilbedâhe haber verecekler. Her halde ya tekzîb edecekler, tâ ki dinlerini tahrîbden ve kitaplarını nesihten kurtarsınlar. Veya tasdîk edecekler, tâ ki o hakîkatli zât ile dinleri hurâfâttan ve tahrîfâttan kurtulsun. Halbuki dost ve düşmanın ittifâkıyla, tekzîb emâresi hiçbir kitapta yoktur. Öyle ise tasdîk vardır. Madem mutlak bir sûrette tasdîk vardır. Ve madem şu tasdîkin vücûdunu iktizâ eden kat‘î bir illet ve esaslı bir sebeb vardır. Biz dahi o tasdîkin vücûduna delâlet eden “Üç Huccet-i Kātıa” ile isbat edeceğiz. Birinci Huccet: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’ân’ın lisânıyla onlara der ki: “Kitaplarınızda benim tasdîkim ve evsâfım vardır. Benim beyân ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdîk ediyor.” قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ { فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَٓاءَنَا وَاَبْنَٓاءَكُمْ وَنِسَٓاءَنَا وَنِسَٓاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللّٰهِ عَلَي الْكَاذِب۪ينَ gibi âyetlerle onlara meydan okuyor. “Tevrat’ınızı getiriniz, okuyunuz. Ve geliniz, biz çoluk ve çocuğumuzu alıp, Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına el açıp, yalancılar aleyhinde la‘netle duâ edeceğiz.” diye mütemâdiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahûdî bir âlim veya Nasrânî bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterse idi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inâdlı ve hasedli olan kâfirler ve münâfık Yahûdîler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta i‘lân edeceklerdi. Hem demiş: “Ya yanlışımı bulunuz; veyahud sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim.” Halbuki bunlar harbi ve perişaniyeti ve hicreti ihtiyâr ettiler. Demek yanlışını bulamadılar. Bir yanlış bulunsa idi, onlar kurtulurlardı.

 

İkinci Huccet: Tevrat, İncil ve Zebur’un ibâreleri, Kur’ân gibi i‘câzları olmadığından, hem mütemâdiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabânî kelimeler içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te’vîlleri, onların âyetleriyle iltibâs edildi. Hem bazı nâdânların ve bazı ehl-i garazın tahrîfâtı da ilâve edildi. Şu sûrette o kitaplarda tahrîfât ve tağyîrât çoğaldı. Hatta Şeyh Rahmetullâhi Hindî, allâme-i meşhûr, kütüb-ü sâbıkanın binler yerde tahrîfâtını keşîşlerine ve Yahûdî ve Nasârâ ulemâsına isbat ederek iskât etmiş. İşte bu kadar tahrîfâtla beraber, şu zamanda dahi meşhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullâhi Aleyh), o kitaplardan yüz on delil, nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dâir çıkarmıştır. Risâle-i Hamîdi­ye'de yazmış. O risâleyi de Manastırlı Merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse, ona mürâcaat eder, görür.

 

Hem pek çok Yahûdî ulemâsı ve Nasârâ ulemâsı ikrâr ve i‘tirâf etmişler ki: “Kitaplarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfı yazılıdır.” Evet, gayr-i müslim olarak, başta meşhur Rum Meliklerinden “Herakl” i‘tirâf etmiş, demiş ki: “Evet, Îsâ Aleyhisselâm Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan haber veriyor.” (1) Hem Rum Meliki Mukavkıs nâmında Mısır hâkimi ve ulemâ-yı Yehûd'un en meşhurlarından İbn-i Sûriyâ ve İbn-i Ahtâb ve onun kardeşi, Ka‘b ibn-i Esed ve Zübeyr ibn-i Bâtıyâ gibi meşhur ulemâ ve reisler, gayr-i müslim kaldıkları halde ikrâr etmişler ki: “Evet, kitaplarımızda onun evsâfı vardır. Ondan bahsediyorlar.” (2)Hem Yehûd’un  meşhur ulemâsından ve Nasârânın meşhur kıssîslerinden, kütüb-ü sâbıkada evsâf-ı Muhammediyeyi (asm) gördükten sonra inâdı terk edip îmâna gelenler, evsâfını Tevrat ve İncil’de göstermişler. Ve sâir Yahûdî ve Nasrânî ulemâ­sını onunla ilzâm etmişler. Ezcümle meşhur Abdullâh ibn-i Selâm ve Vehb ibn-i Münebbih ve Ebû Yâsir ve Şâmûl -ki bu zât, Melik-i Yemen Tübba‘ zamanında idi. Tübba‘ nasıl gıyâben ve bi’setten evvel îmân getirmiş, Şâmûl de öyle- (3) ve Sa‘ye’nin iki oğlu olan Üseyd ve Sa‘lebe ki, İbn-i Heyebân denilen bir ârif-i billâh, bi’setten evvel Benî Nadîr kabîlesine misafir olmuş. قَر۪يبٌ ظُهُورُ نَبِيٍّ هٰذَا دَارُ هِجْرَتِه۪ demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabîle Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile harb ettikleri zaman, Üseyd ve Sa‘lebe meydana çıktılar. O kabîleye bağırdılar: وَاللّٰهِ هُوَ الَّذ۪ي عَهِدَ اِلَيْكُمْ ف۪يهِ ابْنُ الْهَيَبَانِYani “İbni'l-Heyebân’ın haber verdiği zât budur. Onunla harb etmeyiniz.” Fakat onlar onları dinlemediler, belâlarını buldular. (5)Hem ulemâ-yı Yehûddan İbn-i Bünyâmîn ve Muhayrık ve Ka‘bü’l-Ahbâr gibi çok ulemâ-yı Yehûd, evsâf-ı Nebeviyeyi kitaplarında gördüklerinden, îmâna gelmişler. Sâir îmâna gelmeyenleri de ilzâm etmişler. Hem ulemâ-yı Nasârâdan, meşhur, bahsi geçen Bahîrâ-yı Râhib ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Şam tarafına amcasıyla gittiği vakit on iki yaşında idi. Bahîrâ-yı Râhib, onun (Hâşiye) hatırı için Kureyşîleri da‘vet etmiş. Baktı ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. Demek aradığım adam orada kalmış. Sonra adam göndermiş, onu da getirmiş. Ebû Tâlib’e demiş:

“Sen dön, Mekke’ye git. Yahûdîler hasûddurlar. Bunun evsâfı Tevrat’da mezkûrdur. Hıyânet ederler.” (1) Hem Nastûru’l-Habeşe ve Habeş reisi olan Necâşî gibi, evsâf-ı Muhammediyeyi (asm) ki­taplarında gördükleri için beraber îmân etmişler. Hem Dağâtır isminde meşhur bir Nasrânî âlimi, evsâfı görmüş, îmân etmiş. Rumlar içinde i‘lân etmiş. Şehîd edilmiş. Hem Nasrânî rüesâsından Hâris ibn-i Ebî Şemiri’l-Gassânî ve Şam’ın büyük dînî reisleri ve melikleri, yani Sâhib-i İlbâ ve Herakl ve İbn-i Nâtûr ve Cârûd gibi meşhur zâtlar, kitaplarında evsâfı görmüşler. Ve îmân etmişler. Yalnız Herakl, dünya saltanatı için îmânını izhâr etmemiş. (2) Hem bunlar gibi, Selmânü’l-Fârisî, o da evvel Nasrânî idi. Re­sûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfını gördükten sonra onu arıyordu. (3) Hem Temîm nâmında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necâşî, hem Habeş Nasârâsı, hem Necrân papazları, bütün müttefikan haber veriyorlar ki: “Biz evsâf-ı Nebe­viyeyi kitaplarımızda gördük. Onun için îmâna geldik.” (4)Üçüncü Huccet: İşte bir numûne olarak Tevrat, İncil, Zebur’un Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a âit âyetlerinin birkaç numûnesini göstereceğiz. Birincisi: Zebur’da şöyle bir âyet var:اَللّٰهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُق۪يمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ Mukîmü’s-Sünne ise, ism-i Ahmedîdir. İncil’in âyeti,قَالَ الْمَس۪يحُ اِنّ۪ي ذَاهِبٌ اِلٰٓي اَب۪ي وَ اَب۪يكُمْ لِيَبْعَثَ لَكُمُ الْفَارَقْل۪يطَا Yani “Ben gidiyorum, tâ size Faraklît gelsin. Yani Ahmed gelsin.” İncil’in ikinci bir âyeti, اِنّ۪ٓي اَطْلُبُ مِنْ رَبّ۪ي فَارَقْل۪يطًا يَكُونُ مَعَكُمْ اِلَي الْأَبَدِ Yani “Ben Rabbimden, hakkı bâtıldan fark eden bir peygamberi istiyorum. Ki ebede kadar beraberinizde bulunsun.” (7) Faraklît, اَلْفَارِقُ بَيْنَ الْحَقِّ وَ الْبَاطِلِ ma‘nâsında, Peygamber’in o kitaplarda ismidir. Tevrat’ın âyeti, اِنَّ اللّٰهَ قَالَ لِاِبْرَاه۪يمَ اِنَّ هَاجَرَ تَلِدُ وَيَكُونُ مِنْ وَلَدِهَا مَنْ يَدُهُ فَوْقَ الْجَم۪يعِ وَيَدُ الْجَم۪يعِ مَبْسُوطَةٌ اِلَيْهِ بِالْخُشُوعِ Yani “Hazret-i İsmâîl’in vâlidesi olan Hâcer, evlâd sâhibesi olacak. Ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli umumun fevkınde olacak. Ve umumun eli huşû‘ ve itâatle ona açılacak.” Tevrat’ın ikinci bir âyeti, وَ قَالَ يَا مُوسٰٓي اِنّ۪ي مُق۪يمٌ لَهُمْ نَبِيًّا مِنْ بَن۪ٓي اِخْوَتِهِمْ مِثْلَكَ وَاُجْر۪ي قَوْل۪ي ف۪ي ف۪يهِ وَالرَّجُلُ الَّذ۪ي لَايَقْبَلُ قَوْلَ النَّبِيِّ الَّذ۪ي يَتَكَلَّمُ بِاسْم۪ي فَاَنَٓا اَنْتَقِمُ مِنْهُ Yani “Benî-İsrail’in kardeşleri olan Benî-İsmail’den, senin gibi bir nebî göndereceğim. Ben sözümü onun ağzına koyacağım. Benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azab vereceğim.” Tevrat’ın üçüncü bir âyeti, قَالَ مُوسٰي رَبِّ اِنّ۪ٓي اَجِدُ فِي التَّوْرٰيةِ اُمَّةً هُمْ خَيْرُ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ فَاجْعَلْهُمْ اُمَّت۪ي قَالَ تِلْكَ اُمَّةُ مُحَمَّدٍ

İhtâr: Muhammed ismi o kitaplarda ‘Müşeffah’ ve ‘el-Münhamennâ’ ve ‘Hımyâtâ’ gibi Süryânî isimler sûretinde, ‘Muhammed' ma‘nâsındaki İbrânî isimleriyle gelmiş. Yoksa sarîh Muhammed ismi az vardı. Sarîh mikdarını dahi hasûd Yahûdîler tahrîf etmişler. Zebur’un âyeti, يَا دَاوُدُ يَاْت۪ي بَعْدَكَ نَبِيٌّ يُسَمّٰٓي اَحْمَدَ وَمُحَمَّدًا صَادِقًا سَيِّدًا اُمَّتُهُ مَرْحُومَةٌ Hem Abâdile-i Seb‘a’dan ve kütüb-ü sâbıkada çok tedkîkāt yapan Abdullâh ibn-i Amr İbni’l-Âs ve meşhur ulemâ-yı Yehûddan en evvel İslâm’a gelen Abdullâh ibn-i Selâm ve meşhur Ka‘bü’l-Ahbâr denilen Benî-İsrâîl’in allâmelerinden, o zamanda daha çok tahrîfâta uğramayan Tevrat’da aynen şu gelecek âyeti i‘lân ederek göstermişler. Âyetin bir parçası şudur ki: Mûsâ (as) ile hitâbdan sonra, gelecek peygambere hitâben şöyle diyor: يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًا وَحِرْزًا لِلْأُمِّيّ۪ينَ اَنْتَ عَبْد۪ي وَ رَسُول۪ي سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلَا غَل۪يظٍ وَلَا صَخَّابٍ فِي الْأَسْوَاقِ وَلَا يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُوا وَيَغْفِرُ لَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰهُ حَتّٰي يُق۪يمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَٓاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ Tevrat’ın bir âyeti daha, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ مَوْلِدُهُ بِمَكَّةَ وَهِجْرَتُهُ بِطَيْبَةَ وَمُلْكُهُ بِالشَّامِ وَاُمَّتُهُ الْحَمَّادُونَ İşte şu âyette Muhammed lafzı, Muhammed ma‘nâsında Süryânî bir isimde gelmiştir. Tevrat’ın diğer bir âyeti daha, اَنْتَ عَبْد۪ي وَرَسُول۪ي سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ İşte şu âyette, Benî-İshak’ın kardeşleri olan Benî-İsmail’den, Hazret-i Mûsâ’dan (as) sonra gelen peygambere hitâb ediyor. Tevrat’ın diğer bir âyeti daha,عَبْدِيَ الْمُخْتَارُ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلَا غَل۪يظٍ İşte Muhtar’ın ma‘nâsı Mustafa’dır, hem ism-i Nebevîdir. İncil’de Îsâ’dan (as) sonra gelen ve İncil’in birkaç âyetinde ‘Âlem Reisi’ ünvanıyla müjde verdiği nebînin ta‘rîfine dâir, مَعَهُ قَض۪يبٌ مِنْ حَد۪يدٍ يُقَاتِلُ بِه۪ وَاُمَّتُهُ كَذٰلِكَ İşte şu âyet gösteriyor ki, sâhibü’s-seyf ve cihada me’mur bir peygamber gelecektir. قَض۪يبٌ حَد۪يدٌ kılıç demektir. Hem ümmeti de onun gibi sâhibü’s-seyf, yani cihada me’mur olacağını Sûre-i Feth’in âhirinde, وَ مَثَلُهُمْ فِي الْأِنْج۪يلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰي عَلٰي سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ âyeti, İncil’in şu âyeti gibi, başka âyetlerine işaret edip Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, sâhibü’s-seyf ve cihada me’mur olduğunu İncil ile beraber i‘lân ediyor. Tevrat’ın Beşinci Kitab’ının Otuz Üçüncü Bâb’ında şu âyet var: “Hakk Teâlâ Tûr-u Sînâ’dan ikbâl edip bize Sâîr’den tulû‘ etti ve Fârân Dağlarında zâhir oldu.” İşte şu âyet, nasıl ki “Tûr-u Sînâ’da ikbâl-i Hakk” fıkrasıylanübüvvet-i Mûseviyeyi (as) ve Şam dağlarından ibâret olan “Sâîr’­den tulû‘-u Hakk” fıkrasıyla nübüvvet-i Îseviyeyi (as) ihbâr eder. Öyle de, bil’ittifâk Hicaz dağlarından ibâret olan “Fârân dağlarından zuhûr-u Hakk” fıkrasıyla, bizzarûre risâlet-i Ahmediyeyi (asm) haber veriyor.

 

Hem Sûre-i Feth’in âhirinde ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِ hükmünü tas­dîkan, Tevrat’da Fârân dağlarından zuhûr eden peygamberin Sahâbeleri hakkında şu âyet var: “Kudsîlerin bayrakları beraberindedir. Ve anın sağındadır.” Kudsîler nâmıyla tavsîf eder. Yani “Onun Sahâbeleri kudsî, sâlih evliyâlardır.”

 

Eş‘iyâ peygamberin (as) kitabında, Kırk İkinci Bâb’ında, şu âyet vardır: “Hakk Sübhânehû âhirzamânda, kendinin ıstıfâ-gerde ve bergüzîdesi kulunu ba‘s edecek. Ve ona Rûhu’l-Emîn Hazret-i Cibrîl’i (as) yollayıp dîn-i İlâhîsini ona ta‘lîm ettirecek. Ve o dahi Rûhu’l-Emîn’in ta‘lîmi vecihle nâsa ta‘lîm eyleyecek ve beynennâs hak ile hükmedecektir. O bir nûrdur. Halkı zulümâttan çıkaracaktır. Rabbin bana kablelvukū‘ bildirdiği şeyi, ben de size bildiriyorum.” İşte şu âyet, gayet sarîh bir sûrette Âhirzamân Peygamberi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfını beyân ediyor. ‘Mîşâîl' nâmıyla müsemmâ Mîhâîl (as) peygamberin kitabının Dördüncü Bâb’ında şu âyet var: “Âhirzamânda bir ümmet-i merhûme kāim olup, orada Hakk’a ibâdet etmek üzere mübârek dağı ihtiyâr ederler. Ve her iklîmden orada birçok halk toplanıp Rabb-i Vâhid’e ibâdet ederler. Ona şirk etmezler.” İşte şu âyet, zâhir bir sûrette dünyanın en mübârek dağı olan Cebel-i Arafât ve orada her iklîmden gelen hacıların tekbîr ve ibâdetlerini ve ‘ümmet-i merhûme' nâmıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi (asm) ta‘rîf ediyor.

 

Zebur’da Yetmiş İkinci Bâb’ında şu âyet vardır: “Bahirden bahre mâlik ve nehirlerden arzın makta‘ ve müntehâsına kadar mâlik ola. Ve kendisine Yemen ve Cezayir mülûkü hediyeler gö­türeler. Ve padişahlar ana secde ve inkıyâd edeler. Ve her vakit ona salât ve hergün kendisine bereketle duâ oluna. Ve envârı Medine’den münevver ola. Ve zikri ebedü’l-âbâd devam ede. Anın ismi, şemsin vücûdundan evvel mevcûddur. Anın adı güneş durdukça münteşir ola.” İşte şu âyet, pek âşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tavsîf eder. Acaba Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka hangi nebî gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyâd altına almış ve hergün nev‘-i beşerin humsunun salavât ve duâlarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir? Hem Türkçe Yuhanna İncil’inin On Dördüncü Bâb ve otuzun­cu âyeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem. Zîrâ bu âlemin reisi geliyor. Ve bende anın nesnesi aslâ yoktur.” İşte ‘Âlemin Reisi' ta‘bîri, Fahr-i Âlem demektir. Fahr-i Âlem ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en meşhur ünvanıdır. Yine İncîl-i Yuhanna, On Altıncı Bâb ve yedinci âyeti şudur: “Ama ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size fâidelidir. Zîrâ ben gitmeyince tesellici size gelmez.” İşte bakınız. Reîs-i Âlem ve insanlara hakîkî teselli veren Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur. Ve fânî insanları i‘dâm-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur. Hem İncîl-i Yuhanna, On Altıncı Bâb sekizinci âyeti: “Ol dahi geldikte, dünyayı günaha dâir, salâha dâir ve hükme dâir ilzâm edecektir.” İşte dünyanın fesâdını salâha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyâset ve hâkimiyet-i dünyâyı tebdîl eden, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş? Hem İncîl-i Yuhanna, On Altıncı Bâb on birinci âyet: “Zîrâ bu âlemin reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.” İşte Âlemin Reisi, (Hâşiye) elbette Seyyidü’l-Beşer olan Ahmed; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Hem İncîl-i Yuhanna, On İkinci Bâb ve on üçüncü âyet: “Ama ol Hakk ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakîkate irşâd edecektir. Zîrâ kendisinden söylemeyip, bilcümle işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.” İşte bu âyet sarîhtir. Acaba umum insanları birden hakîkate da‘vet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrâîl’den (as) işittiğini söyleyen ve kıyâmet ve âhiretten tafsîlen haber veren Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Ve kim olabilir? Hem kütüb-ü enbiyâda, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Mu­hammed, Ahmed, Muhtar ma‘nâsında Süryânî ve İbrânî isimleri var. İşte Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, Muhammed ma‘nâsında ‘Müşeffah'tır. (1) Hem Tevrat’da yine Muhammed ma‘nâsında “el-Münhamennâ”, hem Nebiyyü’l-Haram ma‘nâsında “Hımyâtâ” Zebur’da “el-Muhtâr” ismiyle mü­semmâdır. Yine Tevrat’da “el-Hâtemü'l-Hâtem”, hem Tevrat’da ve Zebur’da “Mukîmü’s-Sünne”, hem Suhuf-u İbrâhîm ve Tevrat’da “Mazmaz”dır. Hem Tevrat’da “Ahyed”dir. (1) Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş: اِسْم۪ي فِي الْقُرْاٰنِ مُحَمَّدٌ وَفِي الْأِنْج۪يلِ اَحْمَدُ وَفِي التَّوْرٰيةِ اَحْيَدُ buyurmuştur. Hem İncil’de, esmâ-yı Nebeviyeden صَاحِبُ الْقَض۪يبِ وَالْهِرَاوَةِ yani seyf ve asâ sâhibi. (3) Evet, sâhibü’s-seyf enbiyâlar içinde en büyüğü, ümmetiyle, cihada me’mur Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Yine İncil’de Sâhibü’t-Tâc'dır. (4) Evet, Sâhibü’t-Tâc ünvanı, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsûstur. Tâc “imâme” yani sarık demektir. Eski zamanda milletler içinde, milletçe umumiyet i‘tibâriyle sarık ve agel saran kavm-i Arabdır. İncil’de “Sâhibü’t-Tâc” kat‘î olarak Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demektir. Hem İncil’de “el-Bâraklît” veyahud “el-Fâraklît” ki, İncil tefsîrlerinde hak ve bâtılı birbirinden tefrîk eden hakperest ma‘nâsı verilmiş ki, sonra gelecek insanları hakka sevk edecek zâtın ismidir.

 

İncil’in bir yerinde Îsâ Aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim. Tâ dünyanın reisi gelsin.” Acaba Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm’dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyîz edip Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm’ın yerinde insanları irşâd edecek, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiştir? Demek Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm ümmetine dâimâ müjde ediyor ve haber veriyor ki: “Birisi gelecek. Bana ihtiyaç kalmayacak. Ben onun bir mukaddimesiyim ve müjdecisiyim.” Nasıl ki şu âyet-i kerîme: وَ اِذْ قَالَ ع۪يسَي ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪يلَ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْت۪ي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُٓ اَحْمَدُ (Hâşiye) Evet, İncil’de Hazret-i Îsâ Aleyhis­selâm çok def‘alar ümmetine müjde veriyor. İnsanların en mühim bir reisi geleceğini ve o zâtı da bazı isimler ile yâd ediyor. O isimler elbette Süryânî ve İbrânîdirler. Ehl-i tahkîk görmüşler.

O isimler Ahmed, Muhammed Fâriku’n-Beyne’l-Hakk-ı ve’l-Bâtıl ma‘nâsındadırlar. Demek Îsâ Aleyhisselâm çok def‘a Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan beşâret veriyor.

 

Suâl: Eğer desen: “Neden Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm her nebîden ziyâde müjde veriyor, başkalar yalnız haber veriyorlar, müjde sûreti azdır?” Elcevab: Çünki Ahmed Aleyhissalâtü Ves­selâm, Îsâ Aleyhisselâm’ı Yahûdîlerin müdhiş tekzîbinden ve müdhiş iftirâlarından ve dinini müdhiş tahrîfâttan kurtarmakla beraber, Îsâ Aleyhisselâm’ı tanımayan Benî-İsrail’in suûbetli şerîatına mukābil, suhûletli ve câmi‘ ve ahkâmca şerîat-ı Îseviyenin noksânını ikmâl edecek bir şerîat-ı âliyeye sâhibdir. İşte onun için çok def‘a, “Âlemin Reisi geliyor.” diye müjde veriyor. İşte Tevrat, İncil, Zebur’da ve sâir suhuf-u enbiyâda çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamber­den bahisler var. Çok âyetler var. Nasıl bir kısım numûnelerini gösterdik. Hem çok nâmlar ile o kitaplarda mezkûrdur. Acaba bütün bu kütüb-ü enbiyâda, bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri Âhirzamân Peygamberi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim olabilir?İkinci kısım: İrhâsâttan ve delâil-i nübüvvetten maksad şudur ki: Bi’set-i Ahmediyeden (asm) evvel zaman-ı fetrette kâhinler, hem o zamanın bir derece evliyâ ve ârif-i billâh olan bir kısım insan­ları, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın geleceğini haber vermişler ve ihbârlarını da neşretmişler. Şiirleri ile gelecek asırlara bırakmışlar. Onlar çoktur. Biz ehl-i siyer ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meşhur ve münteşir olan bir kısmını zikredeceğiz. Ezcümle, Yemen padişahlarından Tübba‘ isminde bir melik, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfını eski kitaplarda görmüş, îmân etmiş. Şöyle bir şiirini i‘lân etmiş: شَهِدْتُ عَلٰٓي اَحْمَدَ اَنَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللّٰهِ بَارِي النَّسَمِ { فَلَوْ مُدَّ عُمْر۪ٓي اِلٰي عُمْرِه۪ لَكُنْتُ وَز۪يرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ Yani “Ben Ahmed’in (asm) risâletini tasdîk ediyorum. Ben onun zamanına yetişse idim, ona vezir ve ammizâde olurdum.” (Zülfikar: 290-298 Altınbaşak Neşriyat)

 

Bu örnekler Risale-i Nurda 19. Mektup olan Mucizat-ı Ahmediye risalesinde ve zeyillerinde vardır. Lütfen orayı mütalaa ediniz.

 

Ayrıca Peygamberlik delilleri için lütfen bakınız.

/soru-cevap/peygamberlik-delilleri

/soru-cevap/peygamberimizin-sav-delilleri

 

Hristiyanlara İslamı tebliğ için lütfen bakınız.

/soru-cevap/hiristiyanlara-islamiyeti-teblig

 


Yorum Yap

Yorumlar