Bilindiği gibi risale-i nurda, üstadımız müceddid-i elfisaninin mektubatına atfen,velayeti üç şekilde katagorize etmiştir.Çoğu kardeşimiz bu konuyu sorduğu halde net bir cevap veremiyoruz.Hususen tarikatın nakşi meşrebinde gidenler orta velilik diye bir velayetten imam-ı rabbani bahs etmiyor,Haşa ''üstad doğru anlmamış''gibi ifadler kullanıyorlar.
Bu mesleyi biraz araştırdım ,çıkardığım sonuçları paylaşayım istedim,sizler ne düşünüyorsunuz paylaşırsanız sevinirim.
Öncelikle risale-i nurdaki ifadelerden başlayalım.
''Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim."
Hem demiş ki: "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."
Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır." mektubat
Velayet-i suğra olarak tarif edilen velilik meşhur velayettir diyor üstadımız.Bu durum ehl-i tasavvufça üç velayetin birinci derecesi olan ''tecelli-i ef'al'' yada ''tecelli-i esma''tarif edlien bir makamdır.Bu makama giren bir veli her yapılan fiili ve her görünen şeyi cenab-ı hakkın esmasının tecellileri olarak görmesidir.Burada bizzat müşahede etmek vardır.Demişler ki bu makamın en alt mertebelerinin misali kabir ehlinin halini müşahede etmektir .Bu velayette harika hallere ve keramatlara ve fuyuzatlara mazhariyet vardır.Kalb bir an olsun Allah c.c. unutmaz kalbin göz bebeğinde onun tecellisi her an vardır.Bu tecelli kalbinde olamayan bu makamdan söz edemez.şeklinde tarifler vardır.Meşhur velayet olarak tarif edilen kısmın içinde cezbe hali meşhurdur çünkü cezbe hali geldiğinde o veli bu durum her olduğunda bir makamdan geçer demişlerdir.Fakat cezbe hali zevkli olduğu gibi ayn zamanda sekir halidirde..Bu anda eğer bir veliy-i kamilin tasrraffu olmazsa o veli o halde kalabilir ve aklını yitirmiş olarak halk nazarında kabul edilir.
velayeti suğra makamı denir.”Bunun işareti şudur:
Bu derecede olan bir veli, yüzlerce sene uğraşsa kalbine Allah fikrinden başka bir düşünce sokmak isteseyinede kalbine Allahtan başka bir düşünce sokamaz.Velayette bu makamın adına fenai kalb makamı denir.Manevi derecesi bu durumda olmayan birine veli veya evliya demek caiz değildir.Yine, bu durumda olmayan birinin velilik iddiasında bulunması dini açıdan son derece mahsurludur.MC.
Tacelli-i esma dairesinde cenab-ı hakkın esma ve tecellilerinin zıllerini seyir vardır.Bu seyir ve tecelliler bitmez.Velayet-i suğra aslında isimlerin gölgelerinde gitmektir.Yani kainatta vucud bulan tüm ef'al o isimlerin zılleridir gölgeleridir.Bu dairenin son noktası ise o isimlerin asıllarına vasıl olmaktır.
Aslında imam-ı rabbani haz. velayet-i suğrayı velayet- vusta(yani sıfat tecellileri) ile beraber zikrediyor bunuda şu cümlelerle izah ediyor.'' Allahü teâlânın lutfü ile, bu beş aslın herbirini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkân dâiresini (Seyr-i ilallah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. Şimdi (Vilâyet-i sugrâ)ya başlamış olur. Bu vilâyete (Vilâyet-i evliyâ) da denir. Bundan sonra, bu beş aslın da aslı olan, Allahü teâlânın ismlerinin zıllerinde seyre başlar. Bu zıllerde adem bulunmaz. Allahü teâlânın ihsânı ile bu zılleri birer birer (Seyr-i fillah) ile geçerek sonuna varır. Böylece, ismlerin zılleri biterek, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları mertebesine erişir. Vilâyet-i sugrâda yükselmek, buraya kadardır. Burada tâm Fenâ hâsıl olmaya başlar. (Vilâyet-i kübrâ)ya ayak basılmış olur. ''mektubat
Dikkat edilerse '' Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları mertebesine erişir'' İsim ve sıfat mertebelerine ulaşır cümlesinde velayet-i vustada vardır.Bundan sonra direk olarak velayet-i kübraya geçmektedir.''Orta haller''den bahs etmemektedir.
''Orta haller '' imam-ı rabbani haz. velayeti vustayı orta haller olarak tarif ediyor.Yani sıfat tecellilerinin son noktası ve zat tecellilerinin başlangıcı olarak belirtiyor.Bu tarfide, yüksek bir derce olan velayet-i vustayı en son mertebe olarak gören vahdet-i vucud mesleğinde gidenlere karşı yapmaktıdır.
Tecell-i efal dairesi ve tecelli-i efalin kemal noktası ve tecell-i sıfat dairesi ve tacell-i sıfatın kemal noktalarını belirttikten sonra bu makamda şu izah ları yapmaktadır.
''Gelelim sıfat tecellilierine:
Sıfat tecellisi, salike; Sübhan Hakkın sıfatlarının zuhurundan ibarettir. O şekilde ki, kulların sıfatlarını, yüce Sultan Vacib Zat'ın sıfatlarının zılâli olarak görür. Onların kıyamını dahi, asılları ile bulur.
Meselâ, mümkinin ilmini, Vacib Zat'ın ilminin zilli ve onunla kaim bulur. Aynı şekilde onun kudretini dahi, yüce Zat'ın kudret zilli ve onunla kaim bulur.
Bu tecellinin kemaline gelince, o sıfatların zılâliyeti, salikin nazarında gizlenmiştir. Hem de tamamı ile... Sonra da, asıllarına katılmasıdır. Salik dahi, bu sıfatlarla mevsuf olan nefsini, boş bulur... Tıpkı bir cemad gibi. Ne ilim vardır; ne de hayat. Kendi nefsinde, vücuddan yana bir eser bulamaz. Hatta, vücud kemalâtını ve tevabiini de bulamaz. O kadar ki, orada zikir, teveccüh, hazır ve şühud dahi olmaz.
Şayet asla iltihak ettikten sonra bir teveccüh olur ise o, nefsinden nefsine teveccüh etmektedir. Eğer huzur var ise, nefsini nefsi ile hazır etmektedir.
Bu makamdan salikin nasibi, fena hakikatinin husulüdür; izmihlaldir. Kendi zannınca nefsine bağladığı kemalâtın yok olmasıdır. Yalan ve töhmet olarak, kendi nefsinden zannettiği emaneti de sahibine verir.
-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri dahi zail olup gider. O şekilde ki; beka ile müşerref olsa dahi:
-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri olamaz. Kendisini anlatırken:
-Ene... (Ben...) tabiri ile anlatmaya güç yetiremez. Kendisini, aslının aynı bulsa dahi, yine de:
-Ene... (Ben...) lâfzını o asla ıtlak etme mecalini bulamaz. Onun aynı olduğunu söylemeye de gücü yetmez. Çünkü, enaniyet ondan zail olup gitmiştir.
-Enel-Hak... (Hak ben...) sözü, üstte anlatılan nisbetin husul bulmayışındandır.
-Sübhani manasının dile gelmesi, bu devlete vusul bulmayıştandır. Lâkin, şu mana yerinde olur ki; büyüklerden bu gibi lâfızların süduru, orta hallerine yorula... Onların kemali dahi, bu gibi sözlerin ötesinde biline...
Mahvin ve izmihlalin hakikati olan fena, her ne kadar sıfat tecellisinin müntehası olsa dahi, lâkin onun husulü, zat tecellisinin, şualarından sayılır. Zat tecellisi olmayınca, fena devleti müyesser olmaz. Hatta, sıfat tecellisi tam olmaz. Bulunmadıkça kurtuluş yoktur.''Mektubat
Devamında imam ks. sıfat tecellilerinin son noktasını misalle izah ettikten sonra son noktayı şu şekilde bağlamış..
''Allah sırrının kudsiyetini artırsın; şayet Şeyh (Muhyiddin b. Arabi), o zillin aslına ulaşmış olsaydı, daha yukarıya terakkiden korkmadığı gibi korkutmazdı da... Lâkin hüsn-ü zan iktiza eder ki, yüce Sultan Allah'ın fazlı ile, bu Şeyh-i Muazzam bu makamdan terakki edip yükselmiştir; işin hakikatini da idrak etmiştir. Onun büyük halini, söyledikleri ile ölçmek yerinde olmaz. Herhalde o, bu dediklerini, ilk ve orta hallerinde söyleyip sonra nice merhale onları aşıp geçmiştir. Zira, şu mana açıktır:
"İki günü müsavi geçen ziyandadır."
Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.
***
Zati tecelli üzerine ne diyebilirim ki?.. Hem yazmaya nasıl gücüm yeter? Zira o, zevke dayalı bir şeydir. Her kim tadarsa bilir; tatmayan da bilmez.''Mektubat-ı Rabbani
Muhittin-i arabi haz. varmış olduğu noktayı gelinebilicek son nokta olarak kitabında belirtmiştir.
İmam-ı rabbani haz. ise bu velayetin son nokta değil,Velayet-i vusta(orta haller) ,zat tecellilerinin başlangıcı ve valyet-i kübranın mebdei olarak belirtmiştir.
Cümlesinin sonunda haz. pirin yani muhiddini-i arabinin bu makamıda geçtiğini belirtmiş ve son nokta olarak gördüğü velayetin çok üstüne geçtiğini zikretmiştir.