HÜSREV EFENDİ’NİN VEFATI (20 Ağustos 1977)
Hüsrev Efendi’nin hastalıkları son zamanlarında iyice arttı. Ziyaretine gelen talebelerine âhirete gideceğine işaret eden ifadelerde bulunuyor, vazifesinin tamamlandığını söylüyor, adeta onlarla vedalaşıyordu. Bir sohbetinde, “Kardeşim! Kabre girsem de benim halim değişmeyecek. Küçücük odamda kırk senedir yaşadım. Halimde bir değişiklik olmayacak!” diye latife tarzında söylemişti. Ağustos 1977’de Üstad Hüsrev Efendi Hazretleri, hastalığının ağırlaşmasından dolayı İstanbul Vakıf Gurebâ Hastahanesi’ne kaldırıldı. Durumu gittikçe ağırlaştı ve 20 Ağustos 1977 Cumartesi günü ikindi vakti Rabb-i Rahîm’ine kavuştu. O da sevgili Üstad’ı Bediüzzaman Hazretleri gibi bir mübarek Ramazan ayında, altıncı gününde âhirete irtihal etmişti.
Yine Hazret-i Üstad gibi Hüsrev Efendi de kendi memleketi Isparta’nın mübarek toprağına, çok sevdiği annesinin bulunduğu kabre defnedilmeyi vasiyet etmişti. Cumartesi akşamı yola çıkarılan mübarek naaşları Pazar sabahı Isparta’ya getirildi. Türkiye’nin her yerinden eski yeni Nur Talebeleri akın akın Isparta’ya geldiler. Evinin bahçesinde techiz tekfin işleri yapıldı. Talebeleri mübarek naaşını son bir defa daha görüp dualar ettiler. Cenaze namazı, Pazartesi günü Ulu Camii’de kıldırıldı. Daha sonra cenaze, mahşerî bir kalabalığın omuzlarında taşınarak şehrin yukarı tarafındaki Doğancı Kabristanı’nda gözyaşları içinde ebediyete uğurlandı.
Ispartalı yakın talebelerinden ve cenaze günü Hüsrev Efendi’nin naaşını kabre indiren Yaşar Çelik, o günü şöyle anlatıyor: “Hüsrev Üstad’ımızın vefatında, uzak yakın Türkiye’nin her tarafından cenazeye iştirak için pek çok kimseler geldiler. Pazartesi günü sabah olduğunda Üstad’ımızın evinin içi, dışı, bahçesi insanla doluydu. Çok kalabalıktı. Öyle duygulu bir salâ okundu ki, kalp ve ruhlar titredi. Ondan sonra Üstad’ımızı yıkamak üzere üç tâne ağabey bulduk. Bunları ben iyi biliyorum. O zamanlar Üstad’ımızı bunlar çok ziyarete gelirlerdi. Onlar cenazeyi yıkamak üzere hazırlandılar. İnsan boyunu aşan dört tarafı kapalı bir çadır kurduk. Said Nuri Hocamız, Hacı Ahmed kardeşimiz ile bana dediler ki: “Siz ikiniz cenaze yıkanırken içeride hazır bulunun.” Biz ikimiz çadırın içinde nezaretçi olarak hazır bulunduk. Üstad’ı yıkayan ağabeyler bizden yaşlıydı. Onlar vazifelerini güzelce yaptılar. Üstad’ı yıkadılar. Allah razı olsun. Bittikten sonra Üstad’ımızı birlikte kefenledik orada. Umum gelen kardeşlerimiz Üstad’ımızın yüzünü görmek istediler. Tabii ki hakları var. Üstad’ımızın sadece yüzü açık kaldı. Herkes sırayla Üstad’ımızın yüzünü son bir defa daha gördü. Ondan sonra tabuta koyduk ve Ulu Cami’ye götürdük. Öğlen namazından sonra kalabalık bir vaziyette cenaze namazını kıldık. Namazdan sonra eller üzerinde yaya olarak -iki kilometrelik mesafede bulunan- şehrin üst tarafındaki Doğancı Kabristanı’na doğru hareket ettik. Çok kalabalık vardı. Ben hususan öne geçtim. Kalabalığın önünden yürüdüm. Bilerek yaptım bunu. Kabre daha önce varayım diye. Nitekim onlardan önce kabristana vardım. Üstad’ımızı götürürken cemaatin kalabalığından dolayı büyük bir uğultu yükseliyordu. O uğultu uzak mesafelerden duyuluyordu. Üstad’ımızın tabutu gelmeden, insanlar pencerelere, sokak ağızlarına, dükkân önlerine çıkarak bu uğultu nereden geliyor diye bakıyorlardı.
Hüsrev Efendi’nin Isparta’da cenazesi teşyi’ olunurken (22 Ağustos 1977)
Kafileden önce Üstad’ımız için hazırlanan kabrin başına vararak hemen kabre girdim. Nihayet Üstad’ımızın mübarek naaşını kabrin başına getirdiler. Ben kabrin içini şöyle bir düzelttim. Sonra birkaç arkadaş daha indi ve birlikte Üstad’ımızı kabre indirdik. Bir yandan da Kur’ân okunuyordu. Gözler yaşlı, kalpler hüzünlüydü. Sevgili Üstad’ımızı toprağa verdiğimiz gün Ağustos’un 22’si, Ramazanın ilk haftasıydı ve herkes oruçtu. Öğle sıcağı vardı. Bu şekilde, Cumartesi vefat eden Üstad’ımızı, Pazartesi günü toprağa vermiş olduk. Kabri pür nur olsun. Allah nihayetsiz rahmetine mazhar eylesin. Bizleri de âhirette kendisine kavuşmak nasib eylesin! Amin.”
Said Nuri Efendi’nin Tâziye Konuşması
Definden sonra bir kısım Nur Talebeleri’nin ısrarlı ricaları üzerine Said Nuri Efendi, kabristandaki kalabalık cemaate hitaben kısa, veciz bir konuşma yaptı. Bir tâziye ve teselli mahiyetinde olan bu konuşma mealen şöyleydi:
“Kardeşlerim! Hepimiz mahzun durumdayız. Çok sevgili Üstad’ımızı kaybetmiş bulunuyoruz. Allah kendisinden ebediyen razı olsun. Onun vefatı bizim için yeri doldurulamayacak büyük bir kayıptır. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz Kur’ân davası bâkîdir. İnşâallahu Teâlâ hizmetimiz aynı azim ve kararlılıkla üstadlarımızın çizdiği istikamette devam edecektir. Her birimize bu noktada mühim vazifeler düşüyor. Cenab-ı Hak hepimize muvaffakiyetler versin ve cümlemizden razı olsun! Âmin!”
Orada bulunanların ifadelerine göre, Nur Talebeleri’nin üzerindeki derin üzüntü ve kederi büyük nisbette dağıtan bu konuşma, mahzun gönüllere ferah ve sürur verdi. Hem onlar Risale-i Nur’dan ve Üstadlarından aldıkları derse göre, bu dava fânî şahıslar üzerine bina edilmemişti! Bu dava ezelî ve ebedî olan Kur’ân’a ve hakikatlerine hizmet etme davasıydı ve onunla beraber kıyamete kadar devam edecekti! Bu defin merasimi ve tâziye konuşmasının ardından yavaş yavaş kabristandan dağılan o nurânî cemaat, mahzun fakat yeni bir ümitle memleketlerine döndüler ve kaldıkları yerden hizmetlerine devam ettiler.1
Heyet, Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat, Isparta 2013, c.3, s.1083

