İMAN

29.05.2008

9755

Taklidi ve Tahkiki İman / İlme'l Yakîn- Ayne'l Yakîn- Hakka'l Yakîn

Taklidi ve tahkiki iman nedir? Tahkik-i İmanın Mertebelerini (İlme'l Yakîn- Ayne'l Yakîn- Hakka'l Yakîn) Açıklarmısınız?

* *

**** ****

29.05.2008 tarihinde sordu.

Cevap

Taklidî İman ve Tahkikî İman

İman zayıflık ve kuvvetliliğine göre taklidî ve tahkikî olmak üzere iki kısma ayrılır.

Taklidî İman: Kişinin anne ve babasının veya çevresinin telkinleri neticesinde, delilsiz olarak iman esaslarını benimsemesine taklidî iman denilmiştir.

Tahkikî İman: Kişinin araştırma neticesinde iman esaslarına güçlü, kuvvetli delillerle âdeta görüyormuş gibi iman etmesine de tahkikî iman denilmiştir.[1]   

İslâm âlimleri taklidî imanın sahih olduğunu, geçerli olduğunu, fakat delillerle bu tür imanı tahkikî hale dönüştürmeyen kimselerin günahkâr olacağında, her müminin imanını tahkikî hale getirmesinin farz-ı ayn olduğunda ittifak etmişlerdir.[2]

Taklidî imana sahip olan insanların bazı sapık düşünceli insanların tesirinde kalarak veya bazı şüphe ve vesveselerle bu imanı kaybetme tehlikesinden de söz edilmiştir.    

Ömer Nasuhi Bilmen, şöyle der:

“Her müminin, imanını ispatla kesin ve apaçık hale getirmesi, itikat konularını delilleriyle beraber öğrenmesi zorunludur. Bununla beraber bir kimse dini hükümleri, böyle araştırma ve ispat etme yoluyla değil de sadece taklit yoluyla -mesela babasından, öğretmeninden, sözüne güvendiği kimselerden işitmek suretiyle- bilip kesin olarak tasdik etse yine de imanı geçerlidir ve bununla sevap kazanır. Ancak şu da var ki araştırma ve ispat yoluyla iman (yani kâinata ibret nazarıyla bakıp onların sayesinde Allah’a imanını kuvvetlendirmek) farzdır. Herkes gücü miktarınca araştırma yaparak iman etmekle mükelleftir. Binaenaleyh nazar ve istidlali terk edenler günahkâr olurlar."[3]

İmam-ı Rabbanî, şöyle der:

Bütün tarîkatların müntehası ve en büyük maksadları, hakaik-i imâniyenin inkişafıdır. Ve bir mes'ele-i imâniyenin kat'iyetle vuzuhu, binler kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir.[4]

Tahkiki imanın da üç kuvvet mertebesi vardır. 1- İlme'l yakîn 2- Ayne2l yakîn 3- Hakka'l yakîn.[5]

Tahkikî İmanın Mertebeleri

Zayıf olan taklidî imanın tahkikî hale gelmesi ya ibadetlerle, ya da delil ve isbata dayalı ilmî çalışmalarla olur. İslâm tarihinde mutasavvıflar ibadetlerle; kelâm âlimleri de delil ve ispatla imanı tahkikî hale getirmeye çalışmışlardır. Tahkikî iman yakine dayalı iman demektir. Yakin ise içinde şüphe olmayan bilgi, gerçeğe uygun kesin bilgi, kalbin bir şeyin hakikatına dair mutmain oluşu diye tarif edilmiştir. Şüpheleri izale ederek araştırma neticesinde gaybı tasdiktir, şüphenin zıddıdır da denilmiştir.[6]

Bu tariflerin neticesinde yakine dayalı tahkikî iman; kişinin imanî konulara araştırma ve deliller neticesinde vukufiyet peyda etmesi, içinde şüphe olmayan, kalbini mutmain eden imanı elde etmesi diyebiliriz. Yakinin üç mertebesi vardır: ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn.

1. İlme’l-Yakîn

“Aklî ve naklî delillerin neticesinde kalpte oluşan kesin bilgi” diye tanımlanır. Yakînin bu mertebesinin, delillerin azlığına veya çokluğuna, kuvvet ve zayıflığına göre dereceleri, mertebeleri vardır. Fahreddin Razi, şöyle der: “İlim ehlinin çoğunluğuna göre; Kimin imana dair delilleri çok ve kuvvetliyse onun imanı en fazla olan imandır. Çünkü delillerin çoğalması ve kuvvetlenmesi nisbetinde şüpheler zail olur ve kişinin yakini kuvvetlenir. Buna işareten Peygamberimiz (sav) şöyle demiştir:

“Ebû Bekrin imanı dünyadaki insanların imanıyla tartılsaydı onun imanı daha ağır basardı.”[7]

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle demektedir:

 “[Tahkikî imanın] ilmel-yakîn mertebesi, çok bürhanlarının, delillerinin kuvvetiyle binler şüphelere karşı dayanır. Hâlbuki taklidî iman bir şübheye karşı bazen mağlup olur.”[8]

 2. Ayne’l-Yakîn

Müşahade (gözlem) yoluyla elde edilen ve doğruluğu apaçık olan bilgi diye tarif edilir. Seyyid Şerif Cürcânî ayne’l-yakîni, müşahade ve keşfin meydana getirdiği bilgi olarak tarif eder. Ayne'l yakin, ilmel yakinin teorikten pratiğe aktarılması da denilebilir. Kişinin deliller neticesinde elde ettiği bilgileri, dış âlemde müşahede etmesidir. Bediüzzaman Hazretleri ise şöyle demektedir:

“Hem îmân-ı tahkîkînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-yı İlâhiye adedince tezâhür dereceleri var. Bütün kâinâtı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye gelir.”[9]

Peygamberimiz (s.a.v) “Bir şeyden haberdar olmak, onu gözle görmek gibi değildir”[10] sözüyle buna işaret eder. Keza aşağıdaki âyette ayne'l yakinin üstünlüğüne delil olarak zikredilir:

“Bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. Allah: "(Sen buna) iman etmemiş miydin?" buyurdu. İbrahim: "Bilakis (ben buna inanıyorum), fakat kalbim mutmain olsun (iyice yatışsın) diye (bunu görmek istiyorum)." dedi. (Bunun üzerine) Allah, şöyle buyurdu: "Öyle ise kuşlardan dört tane tut, onları kendine alıştır, sonra (onları kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, sana koşarak gelecekler ve bil ki Allah, gerçekten Aziz ve Hakim’dir (çok güçlüdür ve hikmet sahibidir."[11]

3. Hakka’l-Yakîn

Âlimler, hakka'l yakînin, imanın en üst mertebesi, kesin bilginin varılabilecek son noktası olduğunu söylemişler, fakat tarifinde ihtilaf etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır, Seyyid Şerif Cürcani’ye istinaden hakka'l-yakîni, "ilim ve müşahededen geçerek fiili olarak tahakkuk edip yaşanılan hakikat" diye tarif etmiştir.[12] Bunu ilme'l yakin ve ayne'l yakin’in neticesinde, insanın kendi iç âleminde, vicdanında hissettiği hal, kesin bilgi olarak değerlendirmek mümkündür. Ayrıca bazı âlimler de "İç duyu veya iç tecrübe yoluyla ulaşılan ve kesinlik bakımından en son merhaleyi teşkil eden doğru bil­gi" diye de tanımlanmıştır.[13] Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu mertebe için ise şöyle demektedir:

“[Hakka'l-yakînin de] çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şüphe orduları hücum da etse bir halt edemez.”[14]

Ayrıca bakınız;

https://risale.online/soru-cevap/iman-mertebeleri

https://risale.online/soru-cevap/tahkiki-imanin-elde-edilmesi


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Tı‎lsı‎mlar, Hayrat Neşriyat, Isprata 2016, s. 46.

[2] Bkz: Aliyyül Kari, F‎kh‎ Ekber şerhi, Çaًğrı‎ Yay‎ınları‎, s, 383; Ebû Yüsr Muhammed Pezdevî, Usûlü’d-dîn, trc. Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük, s. 219; Nûreddin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî usûli’d-dîn, s. 89

[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah ilm-i Kelâm, Bilmen yy, 1972, İst, s, 105.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı‎ Musa, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 243

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı‎ Musa, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 266

[6] Seyyid Şerif Cürcani, Tarifat, Darül Kütübül Arabî, Beyrut, s. 332

[7] Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, Darul Fikr, Beyrut, 1995, c, 8, s. 122.

[8] Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı‎ Musa, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 266

[9] Bediüzzaman, Asa-yı‎ Musa, s. 266

[10] Müsned-i Ahmed, c, 1, s, 215

[11] Bakara, 2/260

[12] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, Azim Yay., c. 7, s. 413.

[13] Heyet, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 15, S. 203.

[14] Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı‎ Musa, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 243.

 


Paylaş

Facebook'ta paylaş

Whatsapp'da paylaş

Yorumlar (0)

Yorumunuz

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız