Mesnevi-i Nuriye, 199. Sayfada ilk iki paragraf şu şekildedir:
Ve kezâ, Vahdetü’l-Vücûd ehli, kâinâtı nefyetmekle i‘dâm ediyorlar. Vahdetü’ş-şühûd halkı ise, bütün mevcûdâtı görerek, cezâlılar gibi nisyân zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.
Kur’ân’ın ifhâm ettiği tarîk, kâinâtı ve mevcûdâtı hem i‘dâmdan, hem hapisten kurtarıyor. Esmâ-yı Hüsnâ’ya mazhariyetle aynadârlık etmek gibi vazîfelerde istihdâm eder. Fakat kâinâtı istiklâliyetten ve kendi hesabına çalışmaktan azleder.1
Vahdetü'l-Vücûd Meşrebinin Kaynağı: Mecazî Aşktan Hakikî Aşka ve Dünya Sevgisine İnkılap
Vahdetü’l-vücûd (varlığın birliği) düşüncesi, tasavvufun en derin ve tartışmalı meşreplerinden biridir. Bu meşrebin oluşmasına zemin hazırlayan ve onu besleyen en temel duygu, aşktır; bilhassa dünya aşkıdır. Vahdetü’l-vücûd, çoğu zaman kuru bir felsefî çıkarım yahut mantıkî bir sistem olmaktan ziyade, büyük bir muhabbetin, dolayısıyla kaçınılmaz bir kaybetme korkusunun ürünü olarak ortaya çıkar.
Mecazî Aşktan Hakikî Aşka Geçiş: Bireysel Âşık Örneği
Vahdetü’l-vücûd düşüncesinin doğuşunu anlamak için öncelikle bireysel, "mecâzî aşk" örneği incelenmelidir. Bir insan, bir şahsı "muhabbet-i mecâziye" ile sever. Ancak bu sevgi ne kadar şiddetli olursa olsun, mecazîdir; çünkü sevilen varlık, fâni (zeval bulucu) ve geçicidir. Âşık, sevdiği şeyin zamanla zeval bulacağını, kendisinden ayrılacağını (firak) kalbine sığdıramaz. Bu zevâl ve firak tehdidi, âşığı çaresizliğe iter.
İşte bu noktada âşık, sevdiği o fâni güzelliği ebediyete taşımak, ona "bekā" (kalıcılık) kazandırmak için bir "hakîkate" yapışır. Kişisel mahbubunu/sevdiğini, “Ma‘bûd ve Mahbûb-u Hakîkî’nin bir âyîne-i cemâlidir” (Hakiki Ma'bûd ve Mahbûb'un bir güzellik aynasıdır) diyerek, bireysel güzelliği mutlak güzelliğe (Allah'a) bağlar. Böylece mecazî muhabbet, kendiliğinden bir teselli ve dönüşüm ile aşk-ı hakîkîye (hakiki aşka) inkılâp eder. Aşkın fâni merkezden ebedî merkeze kayması, bireysel kurtuluşun yoludur.
Vahdetü'l-Vücûda İltica: Dünya Sevgisinin Dönüşümü
Bu bireysel tecrübenin çok daha büyük ve kapsamlı hali, vahdetü’l-vücûd meşrebine vücut verir. Bir âşık, sadece bir kişiyi değil, koca dünyayı ve kâinâtı hey’et-i mecmûasıyla (bütünlüğüyle) "mahbûb ittihâz eden," yani sevgili edinen kişidir. Bu, sadece dünya nimetlerini sevmek değil, varoluşun bütününü, her bir zerresini büyük bir "muhabbet-i acîbe" ile kucaklamaktır.
Ancak bu kâinat sevgisi de, tıpkı bireysel sevgi gibi, "dâimî zevâl ve firâk kamçılarıyla" karşı karşıyadır. Kâinatta her şey durmadan değişmekte, zeval bulmakta ve elden kaçmaktadır. Bu durum, o büyük mahbûbu (kâinatı) kaybetme korkusu, yani "aşk-ı dünyânın" getirdiği dayanılmaz acı, kişiyi bir çıkış yolu aramaya sevk eder.
İşte bu noktada, büyük mahbûbunu (kâinatı) zevâl ve firâktan kurtarmanın yolu olarak vahdetü’l-vücûd meşrebine ilticâ edilir (sığınılır). Eğer kâinatın her bir parçası fâni ise, ama ben bu fâni parçaları büyük bir aşkla seviyorsam, o halde bu parçaların arkasında Mutlak ve Bâkî bir Varlık olmalıdır ki, aşkım boşa gitmesin. Hatta daha ileri gidilerek, "bu varlıkların tamamı, o Mutlak Varlığın ta kendisidir" denilerek zevâl ortadan kaldırılır. Eğer her şey, Mutlak Varlık'tan ibaretse, o zaman hiçbir şey zeval bulmuyor demektir; sadece suretler değişiyor. Mecazî olan aşk-ı dünyâ, bu sayede hakiki aşka (Ma’bûd-u Hakikî’ye) inkılâp ederken, bu inkılâbın felsefî karşılığı da "vahdetü’l-vücûd" olur. Bediüzzman Hazretleri bu hususta şöyle der:
Muhyiddîn-i Arabî gibi çok ehl-i tahkîk, sâir tabakāt-ı vücûdu evhâm ve hayâl derecesine indirmişler. لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ demişler. Yani Vücûd-u Vâcib’e nisbeten başka şeylere vücûd denilmemeli, onlar vücûd ünvanına lâyık değillerdir, diye hükmetmişler.2
Makbûl Bir Mertebe mi, Vartalı Bir Yol mu?
Bu meşrep, eğer kişi gāyet kuvvetli ve yüksek îmân sâhibi ise, İbn-i Arabî (Muhyiddîn-i Arab) gibi zâtlar için "zevkli, nûrânî, makbûl bir mertebe" olur. Bu zâtlar varlığı, Mutlak Varlık denizinde eritebilir ve şeriatın ve imanın sınırlarını koruyabilirler.
Ancak, bu dereceye ulaşamayanlar için büyük tehlikeler (vartalar) söz konusudur. Aşk-ı dünyâ, kişiyi maddiyâta girmek ve esbâbda (sebeplerde) boğulmak ihtimaliyle karşı karşıya bırakır. Eğer kişi, bütün varlığı Allah'ın tecellisi (görünümü) olarak görürken, sebeplerin ve maddî dünyanın müstakil bir varlığı olmadığını idrak edemezse, sadece sebeplere takılıp kalır ve tasavvufî derinlikten uzaklaşır.
Zararsız Bir Alternatif: Vahdetü’ş-Şuhûd
Son olarak vahdetü’l-vücûdun tehlikelerine karşın vahdetü’ş-şuhûd meşrebi öne çıkar. Vahdetü’ş-şuhûd meşrebi ise “zararsızdır” ve “ehl-i sahvin de yüksek bir meşrebidir.”3 Bu meşrepte varlık birdir denmez (Vahdetü'l-Vücûd), ancak kişi, kendisinden başka hiçbir varlığı görmez (Vahdetü'ş-Şuhûd). Yani, Allah’tan başkasını müşahede etmeme halidir. Bu, ilmî ve imanî bir duruştur, felsefî bir iddiadan ziyade manevî bir tecrübedir ve kişiyi sebepler âleminden koparıp tehlikeli vartalara sokma riski daha düşüktür.
Sonuç
Vahdetü’l-vücûd, bir zihin jimnastiği değil, aşktan neş'et eden bir sığınaktır. Kâinatı büyük bir mahbûb olarak gören kalbin, bu mahbûbun zevâl ve firakından duyduğu acı, onu mecazdan hakikate, fâniden Bâkî'ye götüren bir inkılâba yol açar. Bu yolculuğun zirvesi Muhyiddîn-i Arabî'nin nûrânî makamı iken, zemini sağlam olmayanlar için maddiyatta boğulma riski taşır. Dolayısıyla vahdetü’l-vücûd, aşkın en yüce çığlığı olmasının yanı sıra, iman gücüyle dengelenmesi gereken hassas bir manevî yoldur.
Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 199.
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubât, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 98.
Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 41.

