Soru

Kaderi İnkâr Edenlere ve Kader Hakkında Kafası Karışanlara Bu Meseleyi Nasıl İzah Edebiliriz?

Kader nedir? Kadere imanı nasıl anlamalıyız? Kaderi kabul etmeyenlere nasıl ispat edebiliriz? Kader hakkında tereddüt ve şüphesi olanlara Risale-i Nur'dan hangi kısımları okumak gerekir? İzah eder misiniz? 

Tarih: 19.02.2025 18:55:16

Cevap

Bediüzzaman Hazretleri Barla’da iken 1928-1929 yılında te’lif etmiş olduğu Kader Risalesi’ni[1] daha sonra Emirdağ’da zorunlu ikamet ettiği zamanlarda 1947 yılında derlemiş olduğu Tılsımlar mecmuasına dahil etmiştir. Risalenin Hazret-i Üstad’ın nazarında kıymet ve değeri kendi beyanıyla şöyledir:

“Sırr-ı kader ve cüz’-i ihtiyârînin halli için (kader ve insanın iradesi konusunun anlaşılması için), koca Sa‘d-ı Taftâzânî [2] gibi bir allâme, kırk elli sahîfede, meşhur ‘Mukaddemât-ı İsnâ Aşer’ nâmıyla ‘Telvîh’ nâm kitabında ancak hallettiği ve ancak havâssa (yüksek ilim sahiplerine) bildirdiği aynı mesâili (konuları), kadere dâir olan Yirmi Altıncı Söz’de İkinci Mebhas’ın iki sahîfesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyânı, eser-i inâyet (Allah’ın yardım eseri) olmazsa nedir?” [3]

Dört mebhastan oluşan ilgili risalenin birinci mebhası günümüzde bu konuya dair önemli sorularımıza cevap vermektedir. Bu mebhası, kısaca izah etmeye çalışalım.

KADER NEDİR?

Sözlükte hüküm, kaza, takat, takdir, bir şeyin hududu ve miktarı, bir nesneye gücü yetmek, bir kimsenin boynunun kısa olması, yerine koymak, levhada yazmak, eşyanın miktarlarını beyan etmek anlamında kullanılmaktadır.

Istılahî anlamda Mâtüridîlere göre kader, Yüce Allah’ın (cc) ezelden ebede kadar olmuş ve olacak şeylerin her türlü özelliklerini bilip bir ölçü ve sınırla tahdid etmesine denir. Cenabı Hakk’ın eşyayı iradesine uygun bir şekilde takdir etmesidir. Başka bir ifade ile Yüce Allah’ın (cc) ezelde bütün varlığı her yönüyle bilmesidir ki Cenab-ı Hakk’ın zatî sıfatlardan ilim ve irade ile ilgilidir.

Eş’ârîlere göre kader, Cenabı Hakk’ın her şeyi vakti geldiğinde ezeli ilmine uygun ve irade ettiği üzere yaratmasına denir.

Bediüzzaman Hazretlerine göre kader, iman esaslarından biridir, ilahî ilmin bir nevidir/çeşitidir ve ilim nevindendir. [4]

CÜZ’-İ İHTİYÂRÎ NEDİR?

İhtiyâr; sözlükte seçmek, en saf ve temiz olanı seçip almak anlamında kullanılmaktadır. Istılah olarak ise, fiillerin içinden en hayırlı ve faydalı olanı seçmek anlamında kullanılmaktadır. Bu yönüyle irade kelimesinden daha özel bir mana ifade etmektedir.

Bediüzzaman Hazretlerine göre ihtiyar, insan için kullanıldığında cüz’î, aciz, fakir, muhtaç, kısa, ayarı noksan ve zayıftır. İcada kabiliyeti olmayan bir kesbe sahiptir. Hareket alanı şimdiki zaman olan ândır. Ona göre ihtiyarın temel esası meyillerdir.[5]

NEDEN KADER VE CÜZ’-İ İHTİYÂRÎ BİRLİKTE MÜZAKERE EDİLMELİ?

İnsan hayatı devam ettiği müddetçe her an birçok fiil onun üzerinde yaratılmaktadır. Bu fiillerin bir kısmı hayırdır, bir kısmı ise şerdir. Bir kısmı iyidir, bir kısmı ise kötüdür. Kul fiilinin yaratıcısı olmadığından insanın üzerinde yaratılan tüm bu fiillerin yaratıcısı sadece ve sadece Allah’tır. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Şu hâlde iki mühim sual ortaya çıkar.

1- Hayır olan, iyi ve güzel olan fiillerde bizim hissemiz yok mudur?

2- Şer olan, kötü ve çirkin olan fiillerin sorumluluğu kime aittir?

Bu iki ayrılmaz sorunun cevabına dair Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: 

مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِۘ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ Yani; “Sana isâbet eden her iyilik Allah’tandır; sana isâbet eden her kötülük ise nefsindendir.”[6]

Kader ve cüz’-i ihtiyârî konularının hem müstakil hem de birbirleriyle alakası cihetiyle anlaşılmasıyla, bu ayetin ders verdiği imanî bakış, değerlendirme ve düşünce elde edilebilir.

Bu bahse Hazret-i Üstad şöyle dikkat çeker:

Kader ve cüz’-i ihtiyârî, İslâmiyet’in ve îmânın nihâyet hududunu gösteren (…) îmânın cüz’lerindendir. (...) Yani mü’min her şeyi, hatta fiilini ve nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere, tâ nihâyette teklîf ve mes’ûliyetten kurtulmamak için, cüz’-i ihtiyârî önüne çıkıyor. Ona “Mes’ûl ve mükellefsin!” der. Sonra ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için kader karşısına çıkar. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin!”

Mü’min; iyilik, mükemmellik, her türlü güzellik ve nimetlerin Allah (cc)’tan geldiğine inanır ve O’na teslim olur. Nihâyette o insan, yaptığı fenâlıkları da Cenâb-ı Hakk’a vereceği zaman, o kişinin önüne cüz’-i ihtiyârî çıkar; “o fenâlıkları yapan sensin” der ve o insanın mesul olduğunu gösterir. Bu defa da insan fenâlıkların, çirkinliklerin ve eksikliklerin hepsini kendine verirken en sonunda, “güzellikler ve iyilikler de benimdir” deyip de kibirlenmemesi için karşısına kadere îmân çıkar, ona; bu iyilikleri, kaderin programı ile yaratan Allah’ın kudreti olduğunu hatırlatır. O insana acizliğini, fakirliğini bildirir.

Bu suretle insan, teslim olmanın ve inanmanın en son hududu olan, fenâlıkların sebep olmak noktasında kendisinden geldiğini, iyiliklerin de kader programıyla Allah (cc)’tan geldiğini kabul eder.[7]

KADER VE CÜZ’-İ İHTİYÂRÎ İNANCIMIZDA YER ALMASI NEDENDİR?

Bu iki mesele anlaşılmadığında inanç noktasında ciddi sapmalar meydana gelebileceği ve buna bağlı olarak insanın davranışlarını olumsuz olarak değişeceğine dair Bediüzzaman Hazretleri şu hatırlatmalarda bulunmaktadır.

Evet, kader ve cüz’-i ihtiyârî, îmân ve İslâmiyet’in nihâyet merâtibinde; kader, nefsi gururdan ve cüz’-i ihtiyârî, adem-i mes’ûliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmişler. Yoksa mütemerrid nüfûs-u emmârenin işledikleri seyyiâtın mes’ûliyetlerinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihâr etmek, gururlanmak, cüz’-i ihtiyârîye istinâd etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz’-i ihtiyârîyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî mes’eleler değildir.

Kader, İslâmiyet’in ve îmânın son mertebelerinde, nefsi kibir ve gururdan ve cüz’-i ihtiyârî ise insanı sorumsuzluktan kurtarmak için iman esasları arasına girmişlerdir. Yoksa insanların fenâlıkta ısrar eden nefislerine uyarak işledikleri günâhların sorumluluklarından kendilerini kurtarmak için kaderi suçlamaları doğru değildir. Ayrıca insanlara nimet olarak verilen güzellikler ve mükemmellikleri de cüz’-i ihtiyârına yani kendilerine vererek iftihar edip gururlanmaları yanlış olur.

Kader ile cüz’-i ihtiyârîyi bu suretle yanlış bir şekilde anlamak, kaderin manasına ve cüz’-i ihtiyârînin hikmetine zıt bir yaklaşımdır.

Fikir yürüterek, araştırmalar neticesinde, kader fenâlıkları yapıp mesuliyeti üzerine alabilecek özelliklere sahip bir mes’ele değildir. Kaderin kesinlikle, yapılan hiçbir işe zorlayıcı bir etkisi yoktur. Kader, insanların istek ve yapmaları neticesinde kudret-i İlâhiye yaratılmış ve yaratılacak varlıkların nasıl oldukları ve ne şekilde yaşayacaklarını açıkça bilmesinden ve yazmasından ibaret olan bir mes’eledir. Bununla beraber insandaki özgür irâde ise; iyilikleri ve güzellikleri yaratabilecek imkâna sahip değildir, ancak insanın onu kullanarak tercih ettiği iyiliklerin veya fenâlıkların yaratılmasına basit ve adi bir vesiledir.[8]

Demek kader mes’elesi, teklîf ve mes’ûliyetten kurtarmak için değildir. Belki fahır ve gururdan kurtarmak içindir ki, îmâna girmiş. Cüz’-i ih-tiyârî seyyiâta merci’ olmak içindir ki akideye dâhil olmuş. Yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.

Kader mes’elesi, sorumluluk ve mesuliyetten kurtulmak için îmânın şartlarının arasına girmemiştir. Belki insanı övünmek ve gururdan kurtarmak içindir ki; îmân esaslarından biri olmuştur. Cüz’î irâde ise insanın yaptığı fenâlıklar o irâdeye verilsin diye İslâm akidesine dâhil olmuştur. Yoksa insanın Cenâb-ı Hakk’ın verdiği iyilikleri ve güzellikleri o irâdesine mâl ederek firavunluk dâvâ etmesi için değildir.[9]

KADERE SIĞINMANIN UYGUN OLDUĞU YERLER NELERDİR?

Üzerimizde gözüken tüm hayırları kadere vererek, kendimize gurura sebep olacak hiçbir hisse vermeyerek davranmak temel duruşumuzdur. Böyle olmakla beraber itikadımıza göre müsaade edilen bir kısım hallerde kadere sığınabiliriz. Ancak bazı hallerde buna müsaade yoktur. Bu durumları Hazret-i Üstad şöyle izah eder.

Evet, ma’nen terakkî etmeyen avâm içinde kaderin cây-ı isti’mâli var. Fakat o da mâziyât ve mesâibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilacıdır. Yoksa meâsî ve istikbâliyâtta cârî değildir ki, sefâhete ve atâlete sebeb olsun.

Avam olan Müslümanlar geçmişte yapmadıkları bir işin verdiği ümitsizlikten veyahut başına gelen bir musibetin üzüntüsünden kurtulmak için kadere müracaat edip “kaderimde vardır” demekle o ümitsizlik ve üzüntülerini gideriyorlar. Kadere bu şekilde sığınmanın bir zararı olmaz. Ümitsizlik ve üzüntüyü gidermek için bir ilaç hükmüne de geçer. Ancak “kaderimde günâhlar vardı, bunun için işledim” veyahut “kaderimde nasibim neyse yazılıdır, gelir beni bulur” deyip yan gelip yatmak ve çalışmayı bırakmak için kadere sığınmak yanlıştır. Bu durum kişinin daha çok günahlara girmesine ve tembelliğe düşmesine sebep olur.[10]

İNSAN NEDEN GÜNAHLARINDAN SORUMLUDUR?

Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’ûldür. Çünki seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahrîbât nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahrîbât yapabilir. Müdhiş cezaya kesb-i istihkāk eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenâtta iftihâra hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenâtı isteyen ve iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve îcâd eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hakk’tandır. İnsan yalnız duâ ile îmân ile, şuûr ile, rızâ ile onlara sâhib olur.

Kurân’ın (Nisa, 4/55) dediği gibi insan işlediği bütün günâhlarından sorumludur. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların günâh işlemelerini istemiyor ve onu da peygamberler vasıtasıyla bildiriyor. Ancak imtihan gereği olarak insanın nefsi o günâhları istiyor. İnsan da irâdesiyle onları tercih ediyor. Öyleyse sorumluluk insana aittir. Fakat birçok hikmete binâen o günâhları yaratan ise Cenâb-ı Hak’tır. Fenâlıklar; yıkmak ve bozmaktan ibaret olduğu için insan, bir tek fenâlıkla çok tahribat yaparak büyük bir cezayı hak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi.

Fakat insanın iyiliklerle övünmesi ve onlara sahip çıkması onun hakkı değildir. İyiliklerde onun hissesi pek azdır. Çünkü iyilikleri peygamberler vasıtasıyla bildiren ve isteyen Allah’ın rahmeti, onları yaratan da Allah’ın kudretidir. Böylece isteyen de, cevap veren de ve sebep olan da Cenâb-ı Hak’tır. İnsan ancak Cenâb-ı Hak’tan iyilikleri istemekle, onları yapmanın gerekliliğine inanmakla, onların iyilik olduklarını anlamak şuuruyla, onlara razı olmakla sahip olur. [11]

ŞERRİN YARATILMASI DA ŞER DEĞİL MİDİR?

Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam: “Yağmur rahmet değil” diyemez. Halk ve îcâdda, bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesîr vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için onun şerr-i cüz’îsi, hayır hükmüne geçer. Îcâd-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki abdin kesbine ve isti’dâdına âittir.

Şer olarak bilinenleri, Cenâb-ı Hak yapmayınız dediği hâlde, o şerleri isteyen ve sebep olan insanın nefsi olduğundan, onları yaparsa şer olur, mesuliyeti de o çeker. Onları yaratmak ise şer değildir. Çünkü şerri yaratmak şer değildir. Nasılki; pek çok faydası bulunan yağmurdan tedbirini almayıp zarar gören tembel bir adamın, yağmurun rahmet olmadığını söylemesi, haksızlık olur. Öyle de bu yağmur misali gibi, Cenâb-ı Hakk’ın, şeytan gibi şerleri yaratmasında da küçük cüz’i bir şer ile birlikte çok hayırlar vardır. Küçük bir şer için çok hayırları terk etmek çok büyük şer olur, o hayırların gerçekleşmesi için o yaratmanın neticesindeki küçük şer dahi hayır hükmüne geçer.

Evet, nasılki; okuldaki imtihan neticesinde talebelerin çoğu iyi bir okul kazanamasa da az bir kısmı iyi bir okul kazanmış olsa, devletin yaptığı bu imtihan şerdir denilmez. Zira az kazananların topluma getirdikleri kâr, çok kaybedenlerin getirdikleri zararı fazlasıyla telafi eder. Aynen öyle de bu dünya okulunda Cenâb-ı Hak; şerler ve şeytanlarla, insanları imtihan eder. İnsanların çoğu, irâdesini kötüye kullanarak o imtihanı kaybetse bile îmân ve hidâyet ile o imtihanı kazananların insanlığa getirdiği fayda ve netice, o kaybedenlerin getirdiği zararı fazlasıyla telafi eder. Demek; Allah (cc)’ın yaratmasında şer ve çirkinlik yoktur. Belki onlar; İmam Eş’arî’ye göre abdin kesbine ve İmam Maturidî’ye göre ise kulun kabiliyet ve meyelânına aittir.[12]

KADER ÂDİL MİDİR?

Kader, gerçek sebeplere bakar, adâlet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere hükümleri bina ederler, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Hâlbuki sen sârik değilsin fakat kimsenin bilmediği gizli bir katlin var. İşte kader-i İlâhi dahi seni o gizli katlin için mahkûm edip, adâlet etmişdir. Hâkim ise, sen ondan ma’sûm olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir.

Kaderin yaptığı işler, illet ve sebep noktasında dahi zulümden, çirkinlikten mukaddestir, yücedir. Kader gerçek sebeplere bakarak hüküm verip adalet eder. Fakat insanlar ise gördükleri zahirî sebeplere dayanarak hüküm verdikleri için zulme düşerler. Meselâ; bir hâkim, iki şahidi dinleyerek seni hırsızlıkla mahkûm edip hapsetti. Hâlbuki sen hırsızlık yapmamışsın. Fakat kimsenin bilmediği gizli bir katlin/cinayetin veya daha başka bir suçun vardır. İlâhî kader ise, o gizli katlin için veya o suçundan dolayı seni mahkûm edip adalet eder. Hâkim ise hırsız olmadığın halde seni cezalandırmasından dolayı zulmetmiş olur. Eğer o hâkim, senin suçlu olmadığını bile bile sana o cezayı vermiş olsa elbette mesul olur. Fakat yalancı olduklarını bilmediği iki şahidin sözlerine binâen o hükmü verdiyse de mesul olmaz, sorumluluk şahitlere aittir. Şu durumda beşer zulmetse de kader adalet eder.[13]

KADER VE CÜZ’-İ İHTİYÂRÎDEN KİMLER BAHSETMEMELİ?

Eğer kader ve cüz’-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden, cüz’-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünki nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinâtı esbâba verip, Allah’ın malını onlara taksîm edip, kendini kendine temlîk eder. Fiilini kendine ve esbâba verir. Mes’ûliyeti ve kusuru kadere havâle eder. O vakit, nihâyette Cenâb-ı Hakk’a verilecek cüz’-i ihtiyârî ve en nihâyette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi ma’nâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mes’ûliyetten kurtulmak için bir desîse-i şeytâniyedir.

Eğer kader ve cüz’-i ihtiyârîden bahseden adam Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olduğunu düşünmeyen gâfil insanlardan ise, o vakit kaderden, cüz’-i ihtiyârîden bahsetmeye hakkı yoktur. Çünkü o insanın fenâlıkları emreden nefsi; gafletin veya sapıklığın sevk edip yönlendirmesiyle, kâinat ve içindeki varlıkları sebeplere verip Cenâb-ı Hakk’ın mülkünü onlara taksim eder. Ve kendi varlığını kendine mâl eder. Yapmış olduğu iyilikleri nefsine, sebeplerin yaptıklarını da sebeplere verir. Fakat yanlış olarak işledikleri kusuru ve sorumluluğu kadere havale eder.

İşte bir insan böyle yanlış düşündüğü vakit nihâyette günâhlara sebep olan cüz’-i ihtiyârîsini kadere verir ve o günâhların kaderden geldiğini kabul ettiğinden, kaderden bahsetmesi manasız ve yersizdir. Bunu yapmak bütün bütün kader ve cüz’-i ihtiyârînin hikmet ve manasına zıt ve sorumluluktan kaçmak için şeytanın bir hilesidir, aldatmasıdır.[14]

KADER VE CÜZ’-İ İHTİYÂRÎDEN KİMLER BAHSEDEBİLİR?

Eğer kader ve cüz’-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemâl-i îmân sâhibi ise, kâinâtı ve nefsini Cenâb-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’-i ihtiyârîden bahsetsin. Çünki madem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Hakk’dan bilir, o vakit cüz’-i ihtiyârîye istinâd ederek mes’ûliyeti deruhde eder. Seyyiâta merciiyeti kabûl edip, Rabbisini takdîs eder, Dâire-i ubûdiyette kalıp, teklîf-i İlâhiyeyi zimmetine alır, hem kendinden sudûr eden, kemâlât ve hasenât ile gururlanmamak için, kadere bakar, fahır yerine şükreder. Başına gelen musi-betlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz’-i ihtiyârîden bahseden adam, her an huzur-ı İlâhide olduğunu düşünüp mükemmel bir îmâna sahip ise, kâinâtı ve nefsini Cenâb-ı Hakk’a verir, O’nun idaresinde bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’-i ihtiyârîden bahsedebilir. Çünkü madem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bilir, o vakit işlediği günâhları cüz’i irâdesine verip sorumluluğu üzerine alır. Nefsinin sebep olmasından dolayı fenâlıkların kendinden geldiğini bilir, onlardan Rabbini takdis edip yüceltir. Kulluk dairesinde kalır, Cenâb-ı Hakk’ın buyurduklarını zimmetine alıp sahiplenir. Hem insanın kendisine verilen mükemmellikler ve iyilikler ile gururlanıp övünmemesi için, kadere bakar, övünmek yerine şükreder. Başına gelen musibetlerin ise kaderden geldiğini bilir sabreder.[15]

CÜZ’-İ İHTİYÂRÎMİZİ NASIL KULLANMALIYIZ?

Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiâtta ve tahrîbâtta eli gâyet uzun ve hasenâtta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyârî nâmında bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saâdet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline de istiğfârı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’ûnenin bir meyvesi olan zakkūm-u cehenneme yetişmesin. Demek duâ ve tevek-kül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfâr ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecâvüzâtını kırar.

Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiâtta, günâhlarda, tahrîbâtta eli gâyet uzun ve hasenâtta, iyiliklerde eli gâyet kısa, cüz’-i ih-tiyârî nâmında özgür bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, uzayıp giden iyilikler silsilesinin bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve onun bir çiçeği olan ebedi mutluluğa eli uzansın. Diğer eline de tevbe ve istiğfârı ver ki, onun eli seyyiattan, günâhlardan kısalsın ve o lânetlenmiş günâhlar ağacının bir meyvesi olan Cehennem zakkûmuna yetişmesin.

Demek duâ ve tevekkül, hayırlara meyledip onları istemeye büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfâr ve tevbe dahi, şerlere meyledip istemeyi keser, tecâvüzâtını kırar.[16]

İlave malumat için lütfen bakınız:

https://risale.online/soru-cevap/kader-8

https://risale.online/soru-cevap/kaderi-ispat

https://risale.online/soru-cevap/kader-ile-cuzi-irade-celismesi


[1] Tılsımlar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 80-92.

[2] Asıl adı; Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Fahriddîn Ömer b. Burhâniddîn Abdillâh el-Herevî el-Horâsânî et-Teftâzânî (ö. 792/1390) olup Safer 722’de (Şubat 1322) Horasan’ın Nesâ vilâyetinin Teftâzân kasabasında doğdu. Tefsir, kelam, fıkıh, usül-i fıkıh, mantık, belagat sahasında çok sayıda eser telif etti. https://islamansiklopedisi.org.tr/teftazani

[3] Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, c.1, s. 253.

[4] Muhlis Körpe, Istılahlar/Kader.

[5] Muhlis Körpe, Istılahlar/İhtiyar.

[6] Nisa, 4/55.

[7] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 27-28.

[8] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 28-29.

[9] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 32.

[10] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 29.

[11] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 33.

[12] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 35.

[13] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 35-36.

[14] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 41-42.

[15] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 40-41.

[16] Muhammed Zakir Çetin, Anlaşılır Bir Uslupla Kader, s. 65-66.


Yorum Yap

Yorumlar