1. "Onlara bir iyilik gelirse bu Allah'tandır derler. Onlara bir kötülük gelirse bu senin yüzündendir derler. De ki hepsi Allah tan dir." (Nisa, 78) Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük gelirse kendindendir. "Nisa, 79" Bu iki ayeti nasıl anlamak lazım. Zahiren zıt gibi duruyor?
2. "Allah hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır." (Ahzap, 4) Halbuki iki kalpli insanların doğduğu olmuştur.
Bu sorulara cevap verirmisiniz?
Bahsi geçen Ayet-i Kerime’ler şöyledir:
“Hâlbuki onlara (yahudilere ve münâfıklara) bir iyilik gelirse: “Bu, Allah katındandır!” derler. Ama onlara bir kötülük gelirse: “Bu senin yüzündendir!” derler. (Onlara) de ki: “Hepsi Allah katındandır” Böyleyken, bu kavme ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!” (Nisa, 78)
“Sana isâbet eden her iyilik Allah'dandır; sana isâbet eden her kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 79)
Alimler, bu âyette geçen "hasene" ve "seyyie" hususunda şu izahları yapmışlardır:
Müfessirler şöyle demişlerdir: "Medine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya geldiğinde nimetlerle dopdolu idi. Yahudilerin inadı ve münafıkların nifakı ortaya çıkınca, Allahü Teâlâ, bütün önceki ümmetler hakkındaki sünnetullahını yürüterek, rızıklarını biraz kıstı. Nitekim O, bunu "Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdi isek onun halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka fakirlikle, şiddetle, hastalıkla (sıkıp) yakaladık" (A'râf, 94) buyurarak ifade etmiştir. İşte bunun üzerine yahudi ve münafıklar, "Bu adamdan daha uğursuz birisini görmedik. O geldiğinden beri ürünlerimiz noksanlaştı, fiyatlar yükseldi" dediler. Buna göre, âyetteki "Eğer onlara bir hasene (iyilik) dokunursa... "tabiri, "Bolluk olur, fiyatlar uygun olur ve çok yağmur yağarsa, "...Bu, Allah katındandır" derler" manasına; "Eğer onlara bir seyyie (fenalık) dokunursa..." tabiri de, "Kıtlık olur ve fiyatlar yükselirse, bu da Muhammed'in uğursuzluğundandır" derler" manasınadır. Bu tıpkı, "Fakat onlara hasene gelince, "Bu, bizim hakkımızdır" dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ile beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi" (Araf, 131) ve Hazret-i Salih (a.s)’in kavminden naklen “(Onlar) “Senin yüzünden ve maiyetinde bulunan kimseler yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler" (Neml, 47) âyetlerinde ifade edildiği gibidir. (Fahreddin-i Razi, Tefsir-i Kebir, c. 8, s. 171-172)
Üstadımızın Kader Risalesinde izahı da şu şekildedir:
"Yani mü’min her şeyi, hatta fiilini ve nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere, tâ nihâyette teklîf ve mes’ûliyetten kurtulmamak için, cüz’-i ihtiyârî önüne çıkıyor. Ona “Mes’ûl ve mükellefsin!” der. Sonra ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına çıkar. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin!” Evet, kader ve cüz’-i ihtiyârî, îmân ve İslâmiyet’in nihâyet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz’-i ihtiyârî, adem-i mes’ûliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmişler."
Yukarıdaki izahtan anlaşılan şudur:
Mümin her şeyini Cenabı Haktan bilir. Allah'ın bir ihsanı ve ikramı olduğunu fark eder. Yaptığı fiilleri kendisinin yaratmadığını Allah'ın yarattığını da anlar. İşte bu noktada işlediği günahları ve şerleri de Allah'a vermek durumu olmasın diye cüz-i ihtiyari karşısına çıkar. Ona işlediğin şerlerden ve günahlardan mesul ve mükellefsin der. Çünkü Allah günahları yasakladığı, istemediği, vicdana da onun kötü olduğuna dair bir tasdikçiyi bıraktığı halde, kişi onu tercih ederek yaratılmasına sebep olur. Bundan dolayı da tamamen şerlerden sorumludur. Böylece onu İslam ve imanın hududunda tutar.
Diğer taraftan yaptığı iyilikleri sahiplenerek ben yaptım demesin diye karşısına kader çıkar. Yapan ve yaratan sen değilsin der. Çünkü iyiliği isteyen, emreden, bunu bize bildiren, vicdana da iyi şeylere bir tasdikçi bırakan Allah'tır. Kişi sadece iman, dua, şuur ve rıza ile o iyiliğe sahip olur. Böylece onu diğer bir sınırda tutar.
Yani "iyiliği Allah'tan kötülüğü nefsinden bil" kaidesinin tersine iyiliği kendinden bilerek sahiplenmek; kötülüğü de Allah'a ve kadere vermek gibi bir durumdan ve sınırı aşmaktan kurtarıyor. Kişiyi bu noktada İman ve İslam sınırları içinde tutmuş oluyor.
Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan seyyiâtından(günahlarından, kötülüklerinden) tamamen mes’ûl(sorumlu)dür. Çünki seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahrîbât(yıkmak, bozmak) nev‘in(tür)den olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahrîbât yapabilir. Müdhiş cezâya kesb-i istihkāk(hak etme) eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi.
Fakat hasenâtta(sevaplar, iyilikler) iftihâra(övünme) hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenâtı isteyen ve iktizâ(gerektirmek) eden rahmet-i İlâhiye; ve îcâd(var etmek, yaratmak) eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl(istemek) ve cevab, dâî(sebep olan) ve sebeb, ikisi de Hakk’tandır. İnsan yalnız duâ ile, îmân ile, şuûr ile, rızâ ile onlara sâhib olur. Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir. Ya isti‘dâd(kabiliyet) ile, ya ihtiyâr(tercih) ile ister. Nasıl ki beyaz güneşin ziyâsından bazı maddeler siyahlık alır ve taaffün(bozulma) eder. O siyahlık, onun isti‘dâdına âittir. Fakat o seyyiâtı, çok mesâlihi(faydalar) tazammun(içine almak) eden bir kanun-u İlâhî ile îcâd eden, yine Hakk’tır. Demek sebebiyet ve suâl nefistendir ki, mes’ûliyeti o çeker. Hakk’a âit olan halk ve îcâd ise, daha başka güzel neticeleri ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır.
İşte şu sırdandır ki, kesb-i şer(kötülüğü işleme), şerdir; halk-ı şer(kötülüğü yaratma), şer değildir. (Tılsımlar, 26. Söz, s. 80-81)
“Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)
Yukarıya alınan Ayet-i Kerimelerin farklı tefsirlerden ve Risale-i Nur’dan izahlarını beraber değerlendirdiğimizde şunu ifade edebiliriz ki; iki ayet arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü Kuran-ı Kerim Allah kelamı olduğu için onda çelişki, tenakuz ve birbirine zıt ifadelerin olması mümkün değildir. Anlayamadığımız yerleri sahih kaynaklardan araştırarak veya bilenlerden sorarak öğrenmemiz gerekir ki, Kuran hakkında şeytan bize herhangi bir vesvese vermesin.
Evet, her şey yaratma noktasında Allah’a aittir. Bizler böyle iman ederiz. Zira hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Fakat kötülüğü isteyen insandır, o istediği için kötülüğü yaratan ise yine Allah’tır. Yaratma fiili Allah’a aittir. Günah ve kötülüğün sorumluluğu da insana aittir.
Ayrıca Bakınız:
https://risale.online/soru-cevap/allahin-iradesi-ile-kulun-iradesi
İki Kalp Meselesine Gelince;
Allah, hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır. (Ahzab, 33/4)
Ayetin iniş sebepleri hakkında bazı rivayetler:
…Cenab-ı Hak, “Ey Peygamber, Allah’tan korkulması gerektiği gibi kork” demiş olur. Bu şekilde korkmanın hakkı ise, kalbinde, Allah’tan başkasının korku ve endişesinin yer almamasıdır. Çünkü kişinin iki kalbi yoktur ki, bunlardan birisiyle Allah’tan, diğeriyle başkasından korkabilsin. Eğer bir kimse Allah’tan başkasından korkuyorsa, bu iş ancak o kimsenin kalbini, Allah’tan başka yöne çevirmesiyle olur ki bu da Allah’tan gerçek manada korktuğunu iddia eden müttakinin(Allah’tan korkan) haline uygun düşmez. (Tefsir-i Kebir, Fahreddin-i Razi, c. 18, s. 231)
İhtâr: Kalbden maksad, sanevberî(çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latîfe-i Rabbâniyedir(Rabbani his) ki, mazhar-ı hissiyâtı(hislerin aynası) vicdan, ma‘kes-i efkârı(fikir ve düşüncenin yansıdığı yer) dimağ(akıl, beyin)dır. Binâenaleyh o latîfe-i Rabbâniyeyi tazammun(içine alma) eden o et parçasına kalb ta‘bîrinden şöyle bir letâfet(incelik) çıkıyor ki, o latîfe-i Rabbâniyenin insanın ma‘neviyâtına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin(çam kozalağı şeklinde olan cisim, kalb) cesede yaptığı hizmet gibidir.(İşârâtü’l İ’câz, s. 71)
Farklı tefsirlerin ve Risale-i Nur’un ilgili yerlerinden anlıyoruz ki; Ayet-i Kerimede bahsi geçen kalb kelimesi insanın maddi olarak anladığı kalb değildir. İnsanın tüm manevi duygu ve hislerinin merkezi hükmünde olan kalbidir. İnsan ruhunun asıl merkezi manevi kalb latifesidir. Burada bahsi geçen kalb, insanın cismindeki çam kozalağına benzeyen et parçası değil, ruhtaki kalbdir.
Yani insan kalben hem iman etmiş hem de iman etmemiş olamaz. Bir insan başka bir insanı gerçek manada sevip aynı anda ondan tamamen nefret edemez. Ayetin devamında anlatılan bir kimse eşini “annem gibisin” demekle o kişi sizin anneniz hükmünde olamaz. Yani bir kadın sizin hem anneniz hem eşiniz olamaz kalb tektir. Çünkü anneye olan muhabbet ile eşe olan muhabbet aynı değildir.
Eğer bu meseleye maddi kalp olarak bakılacaksa; araştırmalarımız ve görüştüğümüz kalp doktoru olan uzman kimseler de, bir kimsenin iki kalbinin olup ikisini de aynı şekilde dört dörtlük çalışarak insan hayatının devam ettiğine dair elimizde hiçbir bilgi yok dediler. Bazı sitelerde iki kalpli ve üç ayaklı olduğu söylenen kişinin ise, hayatının tamamını iki kalpli olarak geçirdiğine dair net olarak ne hakkında yazılmış güvenilir bir kaynak ne de doktorlar tarafından hazırlanmış bir rapor yok. Kalp nakli bahsimizden hariçtir.
Ayrıca Bakınız:
https://risale.online/soru-cevap/kalp-ruhun-parcasi-mi
https://risale.online/soru-cevap/kalbdeki-mercimek-kadar-sandukca