Soru

Hayrat Vakfı Kuruluşu ve Tevafuklu Kur'an'ın Tab' ve Neşri

Bediüzzaman Hazretleri Tevafuklu Kur’an-ı Kerim’in basımı için Altın biriktirmiş. Bu altınlar onun vefatından sonra Hayrat Vakfı Kurucusu Ahmed Hüsrev Altınbaşak’a teslim edilmiş. O da bu altınlar ile Hayrat Vakfını kurmuş. Tevafuklu Kur’an-ı Kerim basımı nasıl olmuş ve bunlar doğru mudur? İşin aslı nasıldır?

Tarih: 13.07.2021 22:59:28
Okunma: 2275

Cevap

Sorunuza şu iki başlık altında cevap vereceğiz:

1- Bediüzzaman Hazretlerine döneminin devlet yönetimi Altın vermiş midir ve verdiyse bu altınlara ne olmuştur?

2- Hayrât Vakfı’nın Kurulması, Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’in Tab ve Neşri Nasıl Olmuştur?

Bediüzzaman Hazretlerine döneminin devlet yönetimi Altın vermiş midir ve verdiyse bu altınlara ne olmuştur?

Evvela şu bilgiyi verelim: Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca kendi menfaati için hiçbir şey yapmamıştır. Onun tek bir gayesi vardı, oda Rızayı İlahî yolunda Milletinin İmanını selamette görmekti. Hayatını ortaya koyarak yaptığı hizmetler buna şahittir.

Bununla birlikte, Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatı boyunca iktisat ve kanaat sahibi olduğu da bütün talebeleri tarafından bilinen ve yine onlar tarafından yeri geldiğinde ilan edilen bir hususiyeti vardır.

Onun maddi geçimini nasıl sağladığı ile ilgili, şahitler tarafından birkaç hâtırâtı alıyoruz.

Abdullah Ekinci’nin Hatırası

Molla Hamid’in ağabeyi olan, Van 1899 doğumlu Abdullah Ekinci, Bediüzzaman’ın son Van hayatı ile ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:

Abdullah Ekinci: “Ben mübalâğa bilmem, gördüğüm ne ise onu anlatıyorum” diyor. Hayatta hocalarla, şeyhlerle çok görüştüm. Üstad’ın halini ben tavsif edemem. Seyda öyle bir Seyda’ydı. Allah şâhidimdir, her namazdan sonra, günde beş defa dua ederdim. ‘Yarabbi benim ömrümü Seyda’ya ver’ diye yalvarırdım. Seyda’yı bilen bilir. O bin sene evvelki asrın vasfını taşırdı. Büyük bir Müslümandı. Onun kadar vatanperver az bulunur. Biz onun kadar vatanperver olamadık. Hep bu vatanın saadetini düşünürdü. Bütün çilelere rağmen yine Türk milletini bırakmak istemezdi.

Hiçbir kimseden hediye, sadaka, para kabul etmezdi. Bana hâdiseyi Kinyas Kartal anlattı:

Van’dan ayrılış anında civardan köylüler, zenginler, birçok kimseler, keselerle, mendillerle para, altın vermek istemişler. Seyda hiçbirine dönüp bakmamış. Ne kadar teklifler yapıldıysa hepsini reddetmiş. Artık bu duruma, sürgün gönderilen hocalardan, Gevaşlı Hasan Efendi, Kinyas Kartal’a, ‘Sen Seyda ile iyi konuşuyorsun, daha samimisiniz. Eğer kendisi almak istemiyorsa, alsın bize versin’ diyor. Kinyas Kartal bunu Üstad’a söyleyince, Üstad tebessüm ediyor.”[1]

İnsanların akıllarını karıştırmak ve bu Aziz İslam Kahramanının mümtaz hayatına gölge düşürmek isteyenlerin en çok dile getirip sorduğu suallerden birisi de Said Nursi geçimini nasıl sağlıyor? Sualidir.

Yukarıda bir parça izah ettiğimiz Hazreti Üstadın geçim hayatı ise bütün şeffaflığı ile hem devrinin yönetimi hem de yakınları tarafından net olarak bilinirdi. Aynı zamanda ona nereden ne kadar para gelmişse bunlarda belgeleri ile ispat edilmiştir. Aşağıya bazı belgeleri alıyoruz.

Hem “iktisat ve kanaat hayatının bir ölçüsü olmuştur.” Bediüzzaman Hazretleri bu yönüyle de maddiyata bizler gibi çok ehemmiyet vermemiştir ki bahse konu olan Altınları, evleri, arabaları vs. olsun. Vefatından hemen sonra (30.03.1960) bıraktığı dünyalık neyi varsa o günün Tereke Hakimi tarafından teslim alınan eşyalar şunlardı:

Bediüzzaman’ın hayatında para ile irtibatı birkaç şekilde vukuu bulmuştur. Belgelerle sabit olan bu kaynakları kendisi de dile getirmiştir. Şimdi buradan sonra belgeleriyle onları kaydedelim.

İlk harçlığa bağlandığı dönem birinci dünya savaşında gösterdiği kahramanlığa karşılık verilmiştir. Bu durum şöyle vukuu bulmuştur: 1914 de birinci dünya savaşının çıkmasıyla Said Nursi kendine bağlı 2000 kişilik gönüllü talebeleriyle bu harbe katılır. Harp esnasında uzun mücadelelerine rağmen 1916’nın Mart ayında Bitlis Müdafaasında Ruslara esir düşer.

Esir edildikten sonra, önce Van üzerinden Tiflis’e sevk edilir. Esâret öncesinde kırılmış olan ayağının tedavisi için altı ay kadar Tiflis’te bir hastahanede kalır. Orada bulunduğu süre içerisinde, devrin sadrazamının emriyle, kendisine harçlık gönderilmiştir. O zamanlar adı “Hilâl-i Ahmer Cemiyeti” olan Kızılay tarafından gönderilen bu harçlık 60 lira karşılığı olan 1254 Mark idi.

Tiflis’te esir iken Üstad’a maaş gönderildiğine dair belge

Taht-ı Himaye-i Hazret-i Mülûkânede Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Merkez-i Umumîsi Dâhiliye Nezaret-i Celîlesine

Devletlü Efendim Hazretleri! 7 Eylül 1332 (1916) tarihli ve 17 kalem-i mahsus numaralı emirname-i nezaret-penahileri arîz-i cevabiyesidir.

Esiren Tiflis’te bulunan Bediuzzaman Said Kürdî Efendi’ye gönderilmek üzere memur-u mahsus ile irsal buyrulan altmış lira ahzolunarak makbuzu memur-u ileyhe tevdi kılınmış ve meblağ-i mezkur-u mukabili olan bin iki yüz elli dört mark esir mumaileyhe gönderilmiştir. Ol babda emr u ferman Hazret-i men lehü’l-emrindir. 10 EyIül 1332 (1916) Osmanli Hilal-i Ahmer Cemiyeti Reisi Besim Ömer Paşa

Esir bulunduğu esnada devrin yönetimi tarafından yapmış olduğu hizmetlerine mukabil kendi ifadeleriyle şu şekilde bir ödeme yapılmıştır:

Gönüllü ve bir hizmet-i müftehire (övünç hizmeti) olarak harb-i umumî ilanı esnasında evvela alay müftüsü namıyla ordu-yu hümayuna (Osmanlı ordusuna) dâhil olup saniyen (ikinci olarak) alay kumandanı vazifesini îfâ etmekte iken Bitlis’te Ruslara esir düştüm. Bu hizmetlerim hep fahrî (gönüllü) idi. Yalnız esaretten avdetimde (dönüşümde) İstanbul’a geldiğimde Harbiye N”ezareti (savunma bakanlığı) ikramiye olarak bana üç ay ellişer liradan yüz elli lira verdi. Bir adet harb madalyası vardır. Başka rütbe ve nişanım yoktur. Ecnebi nişan ve madalyam yoktur.”

Esaretten kurtulduktan sonra verilen vazifede maaş bağlanmış fakat bu maaşın bir miktarını alıp geri kalan kısmını dağıtmıştır. Yine Bediüzzaman’ın ifadeleriyle;

26 Şevval 1336 (4 Ağustos 1918) tarihli irade-i seniyye ile (padişahın onayıyla) ve beş bin kuruş (elli altın lira) maaşla Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye âzâlığına tayin ve 18 Zilkade 1336 (25 Ağustos 1918) tarihli İrade-i Seniyye (padişah iradesince) mucibince (gereğince) “Mahreç” payesiyle (rütbesiyle) taltif olundum.[2]

Üstad  Hazretleri’nin esaretten kurtularak İstanbul’a tekrar teşrif etmesi, ehl-i ilmi ve devlet adamlarını fazlasıyla memnun etmişti. İstanbul’a gelişinden iki ay sonra, 4 Ağustos 1918 tarihinde Pâdişahın irâde-i seniyyesiyle kurulmak üzere olan Dâr-u’l Hikmeti’l İslâmiye âzâlığına tayin edildi.

Hz. Üstad’ın 1. Cihan Harbindeki kahramanlıklarını hayranlıkla takdir eden Enver Paşa, onun, Harbiye Nezaretinin (savunma bakanlığının) şeref üyesi olarak “Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye”de vazifelendirilmesi için Sadrazam Talat Paşa’ya teklif götürür. Sadrazam da,Bediüzzaman büyük bir vatanperver ve kahraman bir fedaidir. Millet ve memleket uğruna fi-sebilillah hayatını vakfetmiştir. Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiyeye namzeddirder.[3]

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâsı iken İstanbul’da yeğeni Abdurrahman ile çektirdiği fotoğraf

Yeğeni ve talebesi olan Abdurrahman Nursî,[4] Bediüzzaman Hazretleri’nin Darü’l-Hikmet âzâlığıyla ilgili şunları anlatır:

“(Rumî) 1334 (1918) senesinde esaretten geldikten sonra, amcam rızası olmadan Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’ye âza (üye) tâyin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet izin alarak vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Dârü’l-Hikmet’e devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki, zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. ‘Neden bu kadar iktisadla yaşıyorsun?’ diyenlere cevaben:

- ‘Ben halkın büyük çoğunluğuna tâbi olmak isterim. Büyük çoğunluk ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, israfçı azınlığa tâbi olmak istemem’ demişlerdir. Dârü’l-Hikmet’ten aldığı maaştan zaruret miktarını ayırdıktan sonra, kalanını bana vererek, ‘Muhafaza et!’ derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine; hem mala değer vermemesine itimaden, haberi olmadan tamamen harcadım. Sonra bana dedi ki:

- Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin harcadın? Mademki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ederek kendimi tayin ettim!

Bir müddet aradan geçti. Hakikatlerden on iki eserini[5] tab ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o te’lifatların tabına verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa ücretsiz dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki:

- Maaştan bana ölmeyecek kadarı caizdir, fazlası millet malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum.[6]

Üstad başka bir iki yerde de bu mes’eleye şöyle temas eder: “Gerçi Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de bir-iki sene maaşı kabul ettim, fakat o parayı kitablarımın tab’ına sarfederek ve ekserini meccanen (ücretsiz) millete verip, milletin malını yine millete iade ettim.”[7]

“Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de aldığım maaştan çoğunu sarf etmiştim.[8] Az bir kısmını hacca gitmek için saklamıştım. O cüz’î para iktisad ve kanaat bereketiyle bana kâfi geldi. Yüzsuyumu döktürmedi. O mübarek paradan biraz daha var.”[9]

Bedîüzzaman Hazretleri’nin Dârü’l-Hikmet âzalığı sırasında, İstanbul îtilaf [10] devletlerince işgâl edilmişti. Bedîüzzaman Hazretleri işgal aleyhinde korkusuzca mücadele etmiştir.  “Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki, Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de demir gibi dayandı. Ecnebi tesiri, Dârü’l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara (İngilizlerin baskısıyla devrin Şeyhü’l-İslamı’nın Kuvay-ı Milliye aleyhine verdiği fetva) karşı çekinmeden mücadele etti. İslâmiyet’e zararlı bir cereyan ortaya çıktığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.[11]

Üstad’ın 1920-22 senelerinde İstanbul’da bastırdığı kitaplarından bazıları.

Hazreti Üstad bu kitapların tamamını Meccanen yani Ücretsiz olarak dağıttırmıştır.

Hülasa edecek olursak, yukarıdaki açık beyan ve kayıtlı makbuzlarla aldıkları ve geriye bıraktığı neyi varsa ortadadır. Biriktirmeye çalıştığı parasıyla Hacca gitmeye niyet etse de bu da mümkün olmamıştır.

Daha ileride meydana gelecek bir hizmete sarf ettiği parası ise (Bu Kısıma Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’in Tab ve Neşri sorusunda uzunca cevap verilmiştir.) Tahmin edilenden daha azdır.

Zannedildiği veya söylendiği gibi Hazreti Üstadın kasalar dolusu altını hiçbir zaman olmamıştır. Karıştırılan şey ise: Sultan Reşad’dan doğuda bir üniversite kurulmasını teklif etmiş, Sultan Reşad’da bu konuyu meclise taşımış, hükümet bu teklifi kabul ederek, üniversitenin kurulması için 20 bin altın verileceğine dair bir ödenek çıkartılmıştır. Fakat bu ödenekte hiçbir zaman Bediüzzaman Hazretlerinin eline geçmemiştir. Zira hem Osmanlı gibi büyük bir devletin böyle bir parayı elden vermeyeceğini develet geleneğine uygun düşmez hem de birinci dünya savaşının başlaması bu işe mâni olmuş, altınlar bu vesilelerle Üstada hiçbir vakit verilmemiştir.

Bu meselede daha geniş malumat için linkteki yazımızdan istifade edebilirisiniz.

https://risale.online/soru-cevap/medresetuz-zehra

 

Buraya kadar kendi dilinden ve şahitlerin de şehadetiyle onun geçimi ile ilgili kısmı izah etmeye çalıştık. Buradan sonra sorunuzdaki ikinci başlığa cevap verelim.

 

2- Hayrât Vakfı’nın Kurulması, Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’in Tab ve Neşri Nasıl Olmuştur?

12 Mart 1971’de ordunun verdiği bir muhtıra ile hükümet istifaya zorlanmış, ülke yeni bir kargaşa ve zulüm devrine girmiştir. Bu yeni zulüm dalgası Hüsrev Efendi ve talebeleri için uzun ve şerli bir devri de beraberinde getirmiştir. Zira nerede medrese varsa oraya baskınlar yapılarak, bütün talebeler toplatılmıştır.

5 Temmuz 1971 tarihinde Hüsrev Efendi tutuklanarak Adliye ye oradan da hapishaneye götürülür. 32 Ay Hapis cezasına mahkûm edilir. Aradan geçen üç sene sonra hapisten çıkar. Kendisini birçok talebesi ziyarete gelir. Ziyaretine gelenlere, en son yazdığı dokuzuncu Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek, Kur’ân-ı Kerîm’deki tevâfuklar bu dokuzuncu nüsha ile kemâle erdi. Artık bunu basıp neşredeceğizder. 

Daha sonra ise, bu işin takibinin nasıl yapılacağını konuşmak üzere değişik vilâyetlerden otuz kadar talebesini istişare yapmak üzere Isparta’ya davet eder. Yapılan istişarede, Tevâfuklu Kur’ân’ın yeni kurulacak bir vakıf üzerinden tab edilmesi kararlaştırılır. İstişareye katılanların ‘Vakfın ismi ne olacak efendim?’ diye sormaları üzerine, önce ‘Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’i tab vakfı’ diye cevab verir. ‘Efendim  bu biraz uzun olmaz mı?’ diye sorulunca Hüsrev Efendi başını eğip kısa bir sessizliğin ardından, Hayrât Vakfı olsun kardeşim! deyince herkes “Bu isim çok güzel efendim!” diyerek beğendiklerini ifade ettiler. İleride pek çok “hayırlara” vesile olacak bu isim üzerinde karar kılınır. Böylece, Bediüzzaman Hazretleri’nin en büyük gâye ve vasiyetlerinden biri olan “Tevâfuklu Kur’ân’ı tab ve neşretmek” için gerekli ilk adım, Mübarek Isparta şehrinde, Nisan Ayı başında atılmış olur.

Kurulacak vakfın ismi belli olduktan sonra, Hüsrev Efendi talebeleri arasından yaklaşık yüz kişiyi bu vakfın kurucu heyetine, bazı talebelerini de mütevelli heyetine kaydettirir. Bazı kimselere de resmi işlemlerin yapılması için talimatlar verir. Aynı toplantıda, vakfın Merkezinin İstanbul’da olması kararlaştırılır. Bunun üzerine talebelerden birinin: “Efendim! Vakfı İstanbul’da değil de Isparta’da kursak olmaz mı?” sualine şu anlamlı cevabı verir:

“Kardeşim! İstanbul’un kaybettiğini bulması lazım. Hem hizmetimiz için orası daha müsait, daha geniş. Burada nasıl hıfz edeceksin? Nasıl çalıştıracaksın? İstanbul kaybettiğini bulacak. İstikbalde her tarafa açılır. Türkiye’nin her tarafına açıldığı gibi, dünyanın da her tarafında vakfımızın şubeleri açılabilir.”

Daha sonraki günlerde vakfın kurulması için gereken resmî işlemler de tamamlanarak merkezi İstanbul olmak üzere, 16 Nisan 1974 tarihinde Hayrât Vakfı resmen kurulmuş olur.

Bu vakfın tek bir gayesi vardır. O da Allah’ın kelâmını insanlara en güzel bir sûrette göstermek ve yalnız ve yalnız Cenâb-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bunun dışında hiçbir dünyevî maksad ve hedef sözkonusu değildir. Başta Hüsrev Efendi olmak üzere beraberinde bulunan talebeleri, aynı mukaddes gaye etrafında toplanmış durumdaydılar.

Hüsrev Efendi, 1971’de Eskişehir Hapishanesi’ne gitmeden evvel, Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’in dokuzuncu ve son nüshasını bitirmiş ve artık bu dokuzuncu nüshada tevâfukun tam tezahür ettiğini ifade etmişti. Hapishaneden çıktıktan sonra ziyaretine gelen Risale-i Nur’un erkân talebelerinden Büyük Ruhlu Küçük Ali Efendi’ye de mevzu ile ilgili şöyle demişti:

“Hikmet-i ilâhi ile bana dokuz Kur’ân yazdırıldı kardeşim. Bunların sekiz tanesinde tevâfukun tamamı görülmedi. Ancak dokuzuncusu bihakkın tevâfuk etti. İnşâallah bunu basacağız kardeşim!”[12]

ISPARTA’DAN ANKARA’YA

Hüsrev Efendi hapishaneden çıkmıştı ama, hâlâ tam manasıyla hür değildi. Çünkü cezası henüz tamamlanmadan sağlık gerekçesiyle üç ay izinle tahliye edilmişti. Bu sebeple emniyetin kendisi üzerindeki takibi devam ediyordu. Bu takibata rağmen evine ziyaretçi akını olması pek münasip bir durum değildi. Zira şartlı olarak tahliye edildiğinden her an tekrar hapse alınması mümkündü.

Hizmete bu şartlarda daha fazla devam etmesinin mümkün olmayacağını gören Hüsrev Efendi, Isparta’dan ayrılmaya karar verdi. Hazırlıklarını tamamlayıp önce Ankara’ya sonra da İstanbul’a gitmek üzere, 1974 Nisan Ayı ortasında Isparta’dan yola çıktı. Bu seyahat, Hüsrev Efendi’nin Isparta’dan son ayrılığı idi.

Hüsrev Efendi’nin Ankara’da misafir kaldığı eve bir gün, yazdığı üçüncü Tevâfuklu Kur’ân’dan kopya edilen bir nüshayı basmak isteyen kimselerin de içinde bulunduğu bir topluluk geldi. Bunun üzerine Hüsrev Efendi onlara, bunun yanlışlığını ve vereceği zararları ifade eden ciddî ikazlarda bulundu. Bu seyahatte kendisine eşlik eden talebesi Süleyman Halıcı, bu ikazları şöyle nakletmektedir:

“Ankara’da bulunan Risale-i Nur’la alâkadar, ileri gelenlerden eski ve yeni hepsi 25 kişi kadar orada toplandılar. Büyük bir salondu.  Hüsrev Üstad’ımız koltukta oturuyordu. Onlar ise hepsi yerde. Tabii Üstad’ımızın hepsinin çorbasında tuzu olduğu için önce biraz sohbet türü konuşmalar oldu. Sonra Üstad’ımız konuşmaya başladı:

‘Hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki Cenabı Hakk lütf u ihsanıyla bu Kur’ân-ı Kerîm’i yazmayı bana nasip etti. Ben Allah için yazdım ve Allah için memleketime hediye ediyorum. Kendim şahsî hiç bir şey beklemiyorum. Ama sizler bunu böyle düşünmüyorsunuz! Sizler -eli ile cebini işaret ederek- ceplerinizi doldurmayı düşünüyorsunuz! Benim bir tek gayem vardır. O da Kitabullah’ın i’câzını (Kur’ân’ın mucizeliğini) kullara güzel göstermektir.’

Onlar dediler ki, ‘Bizim de gayemiz odur.’ Bunun üzerine Hüsrev Efendi, ‘Sizin hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, Hattat Hamid’e benim üçüncü yazdığım Kur’ân-ı Kerîm’den baka baka yazdırdınız. Ondan sonra ben altı tâne daha yazdım ki, en son dokuzuncu nüshada bütün tevâfukat onda toplanmış vaziyette!’ dedi. ‘Ben sizden davacı olacağım! Bu dünyada kaybetsem de huzur-ı ilâhi’de elim yakanızda! Benim üzerinde durduğum bir nokta var. Bu Kur’ân’ı siz basacaksınız, biz de basacağız. Eline alan halk bu iyi, bu iyi değil diyecek! Allah’ın kelamına bunun söylenmesine sebeb olacaksınız. Dese ki bunda tevâfuk az bunda çok! Bir şey lazım gelmez. Ama öyle değil, böyle konuşacaklar!”[13]

1932 yılında Bediüzzaman’ın emriyle Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmaya başlayan Hüsrev Efendi tam kırk sene bu işe emek vermişti. Fakat şimdi bazı kimseler çıkmış, onun rızası ve izni olmaksızın, kendisine ait eski bir nüshadan tevâfukları kopyalayarak yazdırdıkları bir Mushaf’ı basma hazırlıkları yapıyorlardı. Hâlbuki bu nüshadaki tevâfuklar her cihetle tamam değildi. Basılması gereken nüsha tevâfukların tamamen ortaya çıktığı son nüsha olmalıydı. Bediüzzaman Hazretleri sanki ileride meydana gelecek bu tatsız hâdiseyi hissetmiş gibi, bundan tam otuz sene öncesinden şöyle demişti:“Bu defa Hâfız Ali’nin mektubunda büyük bir beşaret hissettik ki, Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’ımızı tab edilecek esbab var, maniler yok. Madem mübarek Hüsrev (ihtiyat askerliğinden) geldi; en birinci hak, bu mes’elede onundur.”[14]

VAKFIN İNŞASI VE HAYRÂT VAKFI’NDAKİ HİZMETLER

Hüsrev Efendi’nin İstanbul’daki talebelerinin gayretleriyle, kuruluş işlemleri tamamlanarak Hayrât Vakfı 16 Nisan 1974’te resmen kuruldu. Vakfın İstanbul’daki ilk merkezi, Sultan Ahmed’deki Akbıyık Caddesinde kiralık olarak tutulan bir daireydi.

Hüsrev Efendi Ankara’da bulunduğu günlerde, 15 Mayıs 1974’de genel af ilan edildi. Böylelikle, hapisten sağlık raporuyla izinli olarak çıkmış olan Hüsrev Efendi’nin üzerindeki mahkûmiyet kararı sona erdi. Bu şekilde önünde bekleyen bir senelik hapis müddeti ile İmroz adasında 20 ay sürgün cezası da kalkmış oldu.

Af kanunundan beş gün sonra Hüsrev Efendi, Tevâfuklu Kur’ân’ı tab etme çalışmalarına başlamak üzere Ankara’dan İstanbul’a geldi. Geliş sebebini, “Kardeşim! Biliyorsunuz, medrese-i Yusufiye’den (hapisten) çıktıktan sonra Isparta’da adeta ziyaretçi hücumuna uğradım. Hizmete fırsat bulamadım. Hâlbuki Kur’ân hizmetimiz tamamlanacak. Böyle yapmaya mecbur oldum. Buraya geldim. Gördüğünüz gibi burada Kur’ân’la meşgulüm” diyerek izah ediyordu.

Bundan sonra, İstanbul’da vakıf binasının inşâ edileceği geniş bir arsa aranmaya başlandı. Değişik semtlerde muhtelif adresler incelendi. Anadolu’dan gelecek Nur Talebeleri’nin kolaylıkla ulaşması maslahatı dikkate alınarak aramalar tren hattı boyunca yoğunlaştırıldı. Sonunda Hüsrev Efendi, Said Nuri Efendi’yle Küçükçekmece civarında birlikte çıktıkları bir aramada genişçe bahçesi olan bir  evin duvarındaki satılık ilanını görürler. Soğuksu Tren İstasyonuna yakın olması ve bin metrekarelik geniş alanı sebebiyle burası beğenildi.

Sahibiyle görüşmeye gidildiğinde, müşterileri gören evin hanımı, eşine hitaben: “Lütfullah bey, evi bunlara verelim. Çünkü bunlar benim rüyamda gördüğüm sarıklı kimselere benziyor” der. Bu hanımefendinin daha sonra anlattığına göre, rüyasında evlerinin çatı katında sarıklı büyük bir cemaatin toplanıp dua ettiklerini, hatta kalabalık sebebiyle ayakkabılarını koyacak yer bulamadıklarını görmüştü. İşte bu mübarek rüyanın bereketiyle içinde üç katlı eski bir ev bulunan bu arsa, o zaman için 240 bin liraya satın alındı.

 

Hüsrev Efendi talebeleriyle birlikte İstanbul Küçükçekmece’de Hayrât Vakfı’nın temelini atarken (1976)

 

Arsa alındıktan sonra bütün Türkiye’deki talebelere haber salınarak inşaata başlanacağı duyuruldu. 1976 yılında temeli atılan inşaatın bir an önce bitirilip faaliyete başlaması için her taraftan büyük heyecanla iştirakler oldu. Kimisi gelip bedenen inşaatta çalıştı. Kimisi tarla ve arsasını, kimi de altınlarını satıp bu büyük hayra dâhil olmak için adeta yarıştılar. Ayrıca bir kısım ehl-i imandan da “karz-ı hasen” (Sadece Allah rızası için verilen ödünç) makbuzlarıyla muvakkaten (geçici) borç alındı.

Önce bu büyük alanın yarısı üzerinde kısa bir süre içerisinde üç katlı bir bina tamamlanarak 1976 yılında hizmete başlandı. Daha sonra aynı yolla yeni kaynaklar temin edilerek binanın ikinci yarısı yapıldı. Her iki binanın tamamlanması ise bir buçuk sene kadar sürdü. O güne kadar Küçükçekmece’de vakıf yakınlarındaki eski bir köşkte kalmakta olan Hüsrev Efendi, bundan sonraki çalışmalarını inşası tamamlanan vakıf merkezinde kendisine tahsis edilen odasında gerçekleştirdi.

Burada karışıklığa sebep olmasın diye şu kısmı tekrar izah edelim.

1974 de Vakıf resmi olarak kurulur

1976 da Vakıf eski bir binayı satın alır.

1976 da bu eski binayı kullanırken, binanın kendisine ait olan, arsa içerisinde boş kısmına da inşaat başlanır.

Daha sonra bu bina kullanılmaya başlanır.

Yeni olan kısım da hizmetler devam ederken, eski bina da yıkılarak ilk yapılan bina ile birleştirilir.

İnşaata başlamadan önce Hüsrev Efendi’nin yaptırdığı bir araştırmada İstanbul’da Kur’ân’ın yüksek şerefine layık hürmeti gösterecek nezih bir matbaanın bulunmadığı ortaya çıkmıştı. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm’de, (O Kur’ân) şerefli kılınmış, yükseltilmiş tertemiz sahîfelerdedir.”[15] buyrularak Kur’ân’ın ve Kur’ân sahifelerinin yüksek şerefine dikkat çekilmekteydi. Bu sebeble Hüsrev Efendi de Bediüzzaman Hazretleri gibi, Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’i bazı liyâkatsiz matbaacıların kirli ellerine teslim etmek istemiyordu.[16] Hem Vâkıa Sûresi’nde Ona ancak temizlenmiş olan kimseler dokunur.[17] buyrularak, Kur’ân’a mânen ve maddeten temiz, abdestli kimselerin dokunabileceğini bildirmekteydi. İşte bu sebeple Hayrât Vakfı bünyesinde, abdestli insanların çalışılacağı temiz bir matbaa kurulması kararlaştırıldı.

İnşaat devam ederken önce bir matbaa makinesi satın alındı ve bir müddet başka bir yerde muhafaza edildi. İnşaat bittikten sonra muhafaza edildiği yerden alınarak vakıf binasına yerleştirildi. Sonraki yıllar içerisinde cild makineleri de peyderpey satın alınarak Kur’ân’ın tab ve neşri için gerekli olan techizat böylece tamamlanmış oldu.

Daha sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın o zamanlar İstanbul’da bulunan Mushafları Tedkik Heyeti’ne müracaat edilerek Kur’ân’ın hatasız ve basılabilir olduğuna dair 22 Eylül 1976 tarihinde resmî izin belgesi alındı.

Mushafları Tedkik Heyeti’nden alınan Tevâfuklu Kur’ân’ın hatasız olduğu yazısı

 

Hüsrev Efendi’nin son üç senesi Hayrât Vakfı’nda Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’i baskıya hazırlamakla geçti. Yazmış olduğu dokuzuncu nüshayı ‘Yapıştırma usulü’ denilen yeni bir metotla, Said Nuri ve Mustafa Nuri Efendiler gibi en yakın talebelerinin de iştirakiyle yeniden elden geçirmeye başladı. Bütün âyetler harfleri yenilenerek yeniden yazılacaktı. Bunun sebebi ise, Hüsrev Efendi’nin son yazdığı Mushaflarda yaşlılık sebebiyle ellerinin titremesinden, harflerde hafif titreklikler bulunmasıydı. Bunları tamamen gidermek için böyle bir yolu Hüsrev Efendi bizzat tercih etmişti. Talebelerine Bu Kur’an’ı öyle hazırlayacağız ki eline alanı cezbedecek” diyordu. Gerçekten de öyle oldu. Şu an hangi Ehl-i İman bu Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’i eline alsa, Maşallah, Barekallah, Subhanallah diyor.

Fevkalade gayret ve himmet isteyen bu usulle Kur’an’ı baskıya hazırlamak için Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’deki harflerden ve bitişik yazılan harf gruplarından en güzelleri seçilerek fotoğrafla çoğaltılıyordu. Daha sonra hususan seçilip hazırlanan bu harfler Kur’an’daki yerlerine yapıştırılıyordu.  Kur’ân-ı Kerîm yazma tarihinde bir ilk olan bu usulle, yazıları son derece şirin ve okunuşu gayet kolay yeni bir Mushaf-ı Şerif ortaya çıkmaya başlıyordu. Hüsrev Efendi diyordu ki:

“Eskiden Kur’ân-ı Kerîm nüshaları bugünkü gibi kesretle çoğaltılamadığından, nüshaları günümüzdeki kadar çok değildi. Bu sebeple hattatlarımız, İslâm düşmanlarının Kur’ân’daki kelimelerin arasına  harf ve kelime ilave etmek sûretiyle Kur’ân’ı tahrif etmelerine meydan vermemek düşüncesiyle kelimeleri omuz omuza verdirip sık yazıyorlardı. Fakat artık matbaalar milyonlarca Kur’ân-ı Kerîm bastıkları için o ihtimal kalmamıştır.

Şimdi günümüzde ise, “Kur’ân’ı öğrenmek zordur” propagandası yapılarak halk Kur’ân’dan uzaklaştırılıyor. Bu propagandayı bertaraf etmek için biz Kur’ân’ımızı harfleri gayet net, harekeler ait olduğu harflerin tam altında veya üstünde ve kelimeler arasında rahatlık meydana getirecek hafif boşluklar koyarak yazdık. Tâ ki herkes Kur’ân’ı gayet kolaylıkla öğrenebilsin ve okuması avam halka da câzibedar görünsün.”[18]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hüsrev Efendi’nin en son yazdığı 9. Nüsha üzerinden yapıştırma usulüyle baskıya hazırlanan Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’den 422. sahife

İşte bahsi geçen bu usulle Kur’ân’ı baskıya hazırlamak için Hüsrev Efendi ve yakın talebeleri büyük bir gayretle Tevâfuklu Kur’ân’ı aslına uygun şekilde tamamlamaya çalışıyorlardı. Bu talebeler Kur’ân’a çalışırken temizlik ve hürmete öyle riayet ediyorlardı ki Hüsrev Efendi kendilerine: Ben sizin hâlinize bakıyorum ve sizleri arkanızda namaza durabilecek bir halde görüyorum diyordu. Çünkü Hüsrev Efendi kendisi temizliğe azamî derecede riayet ederdi.

Yine bu talebelerinin Kur’ân’ı harf harf elden geçirip baskıya hazırlamalarının onlara kazandırdığı büyük mânevî kazançlara işaretle, Sizler değil mi ki Kur’ân’ı bu şekilde hazırlıyorsunuz, artık bütün dünya aleyhinizde olsa da hiç kıymet vermeyin diyerek kendilerini tebrik edip müjdeliyordu. Sizleri talebelerim olarak değil, müşâvirlerim olarak görüyorum! Ben Tevâfuklu Kur’ân’ı kahraman kardeşlerimle çıkaracağım diyerek onları taltif ediyordu.

Bu uzun ve yorucu çalışmalar sırasında, Hüsrev Efendi’nin hasta ve yaşlı haline rağmen büyük bir azim ve fedakârlıkla çalıştığını gören talebeleri, “Efendim biraz da istirahat etseniz” dediklerinde kendilerine, “Kardeşlerim kabirde çok istirahat edeceğiz İnşâallah!” diye cevab veriyordu.

Hayrât Vakfı’nın ilk binası inşa edilirken. Sağda görünen eski ev daha sonra yıkılarak ikinci bir bina daha yapılıp evvelkine dâhil edilmiştir.

Hüsrev Efendi, Tevâfuk mucizesinin pek çok numunelerinin göründüğü bu Mushaf-ı Şerif’i talebelerine gösterip şöyle müjdeler veriyordu:

“Kardeşim! Bu mucizeli Kur’ân’daki tevâfukatın çok esrarı vardır. Rumuzat-ı Semâniye Risalesi’nde bu sırlardan bazıları izah edilmiştir. Tevâfukatın ifade ettiği mânâlar var. İstikbalde çok mânâları çözülecek ve daha başka bazı malumatlar elde edilecek. İleride gelecek zatlar onları anlayacak ve hakkında çok şeyler yazılacak İnşâallah.”[19]

Hayrât Vakfı’nın kurulması ve Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm’in tab ve neşri ile alakalı sualinize bir parça cevap vermeye çalıştık. Şimdi bu suallere sebep olan kafa karıştırıcı bazı sözlere de cevap verelim.

Bediüzzaman Hazretleri 1960 tarihin de son seyahati olan Urfa’ya doğru yola çıkmadan evvel Hüsrev Efendi ile Mühim meseleleri görüşmüş ve biriktirdiği 180 Altını da 1932 de emir vererek yazdırmaya başladığı Tevâfuklu Kur’ân-ı Kerimin tab ve neşir masraflarında kullanılması için ona emanet etmiştir. Hayatının bir gayesi de Kur’ân-ı Kerîm’in gözlere hitap ederken, yazısında da mucizesinin olduğunu göstermeye çalışan bu Aziz insan, Hac için biriktirdiği bu parayı da kendisine değil, Hakka hibe etmiştir. 180 altını teslim alan Hüsrev Efendi bu emaneti muhafaza etmiş, ilk basılacak olan Kur’ân kağıtlarını bu altınlarla almak istemiştir. O dönem faaliyette olan Seka Kağıt fabrikasından üzerine 20 altın daha ekleyip, 200 altına Kur’ân-ı Kerîm’in kağıtlarını alabilmiştir.

Hayrât Vakfı’nın kuruluş aşamasında kullanıldığı iddia edilen bu altınlar, Bediüzzaman’ın emaneti olması cihetiyle, o dönem Hüsrev Efendi, “Teberrüken bu Altınları kardeşlere verelim. Onlar belki Aziz Üstadımızın bir hatırasıdır düşüncesiyle almak isterler. Hem onlar sevinir hem de Üstadımızın vasiyeti yerine getirilirken bu şekilde yapılan muamele ile onun hatırasını da muhafaza etmiş oluruz.” der. Muhtelif yerlerden o dönem kıymeti, miktarı ne kadar tutuyorsa, Hariçten bir kuyumcuya vermeyip, parasıyla bu Altınları birçok Nur talebesi alır. Evinde Bediüzzaman’ın hatırasıdır diyerek şu gün dahi muhafaza edenler mevcuttur.

Üstadın her halini kendisine rehber edinen, Mutlak vekilim ve varisim[20] dediği bir Zâtın, Hayrât Vakfını kurarken onun hatırasına dahi kimsenin aklına gelmeyecek bir surette sahip çıkması, elbette Hazreti Üstada tam ve eksiksiz bağlılığını gösterir! Bu konu da kafası karışık olanların, aşağıya bıraktığımız linkte bulunan yazıyı okumalarını tavsiye ederiz. Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri’nin son Vasiyetnamesini de aşağıya alıyoruz.

ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN SON VASİYETNAMESİ

Üstad Bediüzzaman Hazretleri vefatına yakın bir zamanda Ispartalı saff-ı evvel büyük talebelerinden Hüsrev Efendi, Tâhirî Mutlu, Süleyman Rüşdü, Büyük Ruhlu Küçük Ali, Terzi Mehmed, Kâtib Osman, Mustafa Gül ve Nuri Benli adındaki Nur Hizmeti’nde kıdemli ve yaşça büyük talebelerini bir araya getirerek onların huzurunda aşağıdaki son vasiyetini kaleme aldırmıştır. Vasiyetine kendi imza ve mühürünü bastığı gibi bu seçkin talebelerine de imzalatmıştır. Hüsrev Efendi’ye teslim edilen bu son vasiyetnâmesinde üç şeyi vasiyet etmiştir.

Birincisi: Risale-i Nur’un matbaalarda basılmasıyla elde edilen gelirleri, Nur Hizmeti’nde kullanılmak şartıyla vasiyette ismi geçen şahıslara temlik ediyor, bu gelirin Hüsrev, Tâhirî, Rüşdü, Küçük Ali gibi saff-ı evvel talebelerin gözetim ve idaresi altında yönetilmesini istiyor.

İkincisi: Hayatını Nur Hizmeti’ne vakfeden Nur Talebeleri’nden muhtaç olanlara Hazret-i Üstad’ın bir süredir vermekte olduğu tayinat bedelinin (maaşın) kendisinden sonra da devamının büyük ağabeyleri eliyle devamını istiyor.

Üçüncüsü: Kabrinin Isparta’nın Barla veya Sav Kasabası’nda olmasını vasiyet ediyordu.

Bu vasiyetin Hayrât Vakfı Arşivi’nde bulunan orijinali şöyledir:

بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ    

Said’in Vasiyetnâmesi

Ben seksen küsur yaşında, gayet ihtiyar, gayet hasta bulunduğumdan ve ecel de gizli olmasından ve Nur Hizmeti’ndeki vazifemi görecek pek çok hakiki kardeşlerim bulunduğundan mânevî bir ihtar ile bu vasiyetnâmemi yazıyorum.

Evvelen: Madem son hayatımı Risale-i Nur’a vakfetmiştim. Nur’un has talebelerinden bir kısmı aynen benim gibi kendilerini hizmet-i imaniye ve Nûriye için vakfetmişler. Ve bazılarının peder ve vâlideleri de onları Nurlar’a vakfetmiş. Benim evladım olmadığından ben de onları hakiki evladım hükmünde benden sonra Risale-i Nur’a ait malım, servetimi o mânevî evlatlarıma Nur’un hizmetine sarfetmeleri için onlara hibe ve vakf ve temlik etmişim. Vefat ettikten sonra onlar sahip olacaklar.

Ben nasıl Nur’un hizmetinde iktisad ile bazı tayinlere (maaşlara) sarfettiğim gibi, onlar da o vazifeyi yapmaya kat’i kanaatim gelmiş. Onları vârislerim (mirasçılarım) diye ilân ediyorum.

Bu mânevî evlatlarımla beraber; yirmi sene benim talebem ve nesebî kardeşim Abdülmecid ve otuz beş sene Risale-i Nur Hizmeti’ne kendini feda eden Hüsrev ve yirmi küsur sene Tâhirî ve Mustafa Gül ve Nazif Çelebi ve Küçük Ali ve Sıddık Süleyman ve Süleyman Rüşdü ve (Terzi) Mehmed ve Muhlis ve (Kâtib) Osman gibi zatlar, bu mânevî evlatlarıma büyük kardeşleri (ağabeyleri) nev’inde onlara yardım etmek ve nâzır ve müdebbir olmasını rahmet-i ilâhîden onların muvaffakiyetini niyâz ediyorum.

Şimdilik hizmet-i imaniye ve nûriyeye vakfeden ve hizmetimde bulunan Sungur, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Hüsnü, Yılmaz gibi aynı onların (ağabeylerinin) mahiyetinde hakiki evladım olarak onları kabul etmişim. Benden sonra bana ait ne varsa kendim hayatta iken verdiğim tayin gibi tayinlerini alacaklar. Ve Risale-i Nur’un tab’ı vasıtasıyla hâsıl olacak sermayeyi kendini Nur’a vakfedeceklerin hakiki muhtaç kısmına büyük ağabeyleri vasıtasıyla onlara tayinatlarını verebilirler.

Barla’da vefat edersem Barla’nın yukarı mezaristanına, Isparta’da vefat edersem Sava mezaristanına götürünüz. Said Nursî (İmza ve mühür)

İmzalar: Tâhirî, Hüsrev, Rüşdü, Kâtib Osman, Terzi Mehmed, Mustafa Gül, Nuri Benli”[21]

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin kendisi ve büyük talebeleri tarafından imzalanan
son vasiyetinin orijinali


[1]. Son Şahitler, c. 1, s. 111

[2] Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru'l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 1.c.shf,199, Hayrât Neşriyat Yayınları

[3]. B. T. Bediüzzaman Said Nursî, s. 159

[4]. Abdurrahman Nursî, Bediüzzaman Hazretleri’nin ağabeyi Abdullah’ın oğludur. 1902 yılında Bitlis’te doğmuş, 1928 senesinde Ankara’da vefat etmiştir. Çok genç yaşta vefat eden Abdurrahman Nursî, deha derecesinde bir zekâya sahip, Üstad’ın “evlâd-ı mâneviyem” dediği bir talebesiydi. Fikirlerini paylaşıp eser çalışmalarında faydalandığı bir yoldaşı, “fedakâr ve cesur bir arkadaş”ıydı. 16-20 yaşları arasında amcası ile birlikte İstanbul’da kalmış ve Üstad’ın Tarihçe-i Hayatını ilk defa kendisi yazıp neşretmiştir.

[5]. Hz. Üstad’ın o dönemde tab’ ettirdiği kitablardan bazıları şunlardır: Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı, Nokta, Sünûhat, Hakikat Çekirdekleri, Şuâât-ı Marifetü’n-Nebi, İşârât, Rumuz, Tuluât, Lemaât, Hutuvât-ı Sitte ve Mesnevî-i Arabî Risaleleri.

[6]. Tarihçe-i Hayat, s. 121

[7]. Emirdağ Lâhikası-1, s. 14

[8]. Bediüzzaman Hazretleri, Dârul-Hikmeti’l-İslamiye’den beş bin kuruş (elli altın lira) maaş alıyordu. Bu kurumda dört sene üç ay çalıştı.

[9]. Osmanlıca Şuâlar, s. 489

[10]. İtilaf Devletleri: İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşuyordu.

[11]. Tarihçe-i Hayat, s. 12

[12]. Hayrât Vakfı Arşivi

[13]. Hayrât Vakfı Arşivi

[14].Osmanlıca Kastamonu Lâhikası, s. 304

[15] Abese Suresi, 13. Ayet

[16]. Üstad Bediüzzaman teksir makinesinin alınması üzerine Hüsrev Efendi’ye gönderdiği hususi bir mektubunda, “Pek büyük hizmet-i imaniye temiz, kuvvetli, mübarek ellerinizle olacak. Matbaacıların kirli elleri karışmayacak” buyurmuştu. (Hayrât Vakfı Arşivi)

[17]. Vakıa Sûresi, 79. âyet

[18]. Hayrât Vakfı Arşivi

[19]. Hayrât Vakfı Arşivi

[21]. Hayrât Vakfı Arşivi


Yorum Yap

Yorumlar