Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam'ın hayatında ve dolayısıyla İslam Tarihi'nde önemli bir yeri olan Ebu Talib hakkında bazı bilgiler vererek sorunuzu cevaplayacağız.
Ebu Talib, 535 yılında doğdu. Annesi Fâtıma bint Amr b. Âiz el-Mahzûmiyye’dir. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam'ın babası Abdullah ile amcası Zübeyr’in öz kardeşidir.
Babası Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan torunu Hz. Muhammed’in bakımını ve himayesini Ebu Talib'e vasiyet etmişti. Ebu Talib Kureyş içinde önde gelen, sözü dinlenen, saygı duyulan bir kimse olup himayesini üstlendiği yeğeni Hz. Muhammed (sav)’in üzerine titrer, onu çok sever, uğurlu olduğuna inanır ve iyi yetişmesi için elinden geleni yapardı. Hatta seyahatlerinde bile yanından ayırmazdı.
Nitekim onu himayesine aldığı ilk yıllarda bir kafile ile birlikte ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiği zaman henüz on iki yaşlarında olan yeğenini de ısrarlı talebi üzerine yanına almıştı. Kaynakların ittifakla verdikleri bilgilere göre, ticaret kervanı Suriye topraklarındaki Busrâ’da konaklayınca rahip Bahîrâ Ebu Talib’e, yeğeninin gönderileceği İncil’de vaad edilen peygamber olduğunu, çocuğu iyi koruması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Ebû Talip Şam’a gitmekten vazgeçip süratle Mekke’ye dönmüştü.
Peygamberlikten sonra Ebu Talib, yeğeni Hz. Muhammed (sav) ile kendi oğlu Hz. Ali’nin gizlice namaz kıldıklarını öğrenince, atalarının dinini bırakamayacağını söylemekle beraber yeğenini ömrünün sonuna kadar savunup koruyacağını belirtmişti. Nitekim Hz. Peygamber Mekkeliler’i açıkça İslâm dinine çağırmaya başladığı ve putları terketmelerini istediği zaman ona muhalefet eden ve Hz. Muhammed (sav)’i kendilerine teslim etmesini isteyen müşriklere karşı durmuş, Hz. Peygamber (sav)’i onlara kesinlikle teslim etmeyeceğini söylemişti. Hatta Kureyş müşrikleri Resûl-i Ekrem (sav)’e ve Müslümanlara düşmanlıklarını arttırınca Haşim ve Muttalib oğullarını yardıma çağırmış, kardeşi Ebu Leheb dışındaki yakınları, kendilerine karşı girişilen boykot hareketine rağmen Ebu Talib mahallesinde onun etrafında toplanmışlar ve orada uzun bir süre sıkıntı içinde yaşamak zorunda kalmışlardı.1
Hz. Peygamber (sav)’i ve Müslümanları himaye konusunda son derece cesur davranan Ebu Talip, Resûl-i Ekrem (sav)’in İslâmiyet’i kabul etmesi yolundaki ısrarlı tekliflerini hep cevapsız bırakmıştı. Bu mesele hakkında inen ayetlerden birisi şu ayet-i kerimedir:
(Habîbim, yâ Muhammed!) Şübhesiz ki sen, sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin; fakat Allah, dilediği kimseyi hidâyete erdirir. Çünki O, hidâyete erecek olanları en iyi bilendir.2
Bu ayetin iniş sebebi olarak, hadislerle nakledilen şu iki olay anlatılır:
Birincisi: Allah'ın Rasulü (sav), ölüm hastalığı sırasında amcası Ebu Talib'i ziyarete gitti. Ebu Talib'in yanında Abdi Menaf oğullarından bir takım kimseler bulunuyordu. Hazreti Peygamber (sav)'in geldiğini görünce, yanındakilere hitaben: ''Ey Abdi Menaf oğulları! Muhammed (sav)'e itaat ile onu tasdik ediniz ki, felah bulup rüşde eresiniz.'' dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav): Ey amca! Onlara öğüt veriyorsun da nefsini terkediyorsun.'' buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talib: ''Benden ne istiyorsun? Ey kardeşimin oğlu!..'' dedi. Amcasının bu sorusuna cevaben Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam: ''La ilahe ilallah demeni istiyorum ki ben de bununla sana, Allah'ın huzurunda şahitlik edeyim.'' buyurdu. Hazreti Peygamberimiz (sav)'e cevaben Ebu Talib: ''Ey kardeşimin oğlu! Cidden senin sadık olduğunu biliyorum, lakin Ebu Talib ölüm korkusuyla iman etti, denilmesini istemiyorum. Benden sonra, Kureyş bizi ve geçmişlerimizi ayıplamamış olsaydı, şehadet kelimesini söyler, ayrılık zamanında nasihatini kabul eder ve seni memnun ederdim. Lakin, yakında şeyhlerin (Haşim, Abd'ül-Muttalib ve Abdi Menaf) ın milleti üzerine öleceğim.'' cevabını verdi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.3
İkincisi: Said ibni Müseyyebin, babasından rivayet ettiği şu hadisi şerifin tercümesini de buraya almayı uygun gördük, şöyleki: Ebu Talib ölüm hastalığına tutulduğu zaman Sallallahu aleyhi ve sellem onu ziyarete geldi. Ebu Cehil ile Abdullah ibni Ebu Ümeyye, Ebu Talibin yanında bulunuyorlardı. Allah Resulü (sav): ''Ey amca! Bir kelime ki, La ilahe illallah de de bununla Allah'ın indinde sana delil getireyim.'' buyurdu. Bunun üzerine Ebu Cehil ile Abdullah ibni Ebu Ümeyye : ''Ey Ebu Talib! Abdul-Muttalibin milletinden dönecek misin?'' dediler. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), onların Ebu Talibin imanına engel olmaya çalışmalarına önem vermeyerek amcasına şehadet kelimesini arzetmeğe devam etti. Onlar da aynı sözü tekrarlamaya devam ettiler. Tâ ki Ebu Talib onlara: ''Ben Abdül-Muttalibin milleti üzereyim'' diye son sözünü söyledi ve: ''La ilahe illallah'' kelimesini söylemekten çekindi.4
Ebu Talip'in vefatından sonra Allah Resulü (sav): ''Men olununcaya kadar senin için vallahi istiğfar edeceğim.'' diye yemin etti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu:
Hakikaten onların, Cehennem ehli oldukları kendilerine belli olduktan sonra, akrabâ bile olsalar, ne peygamberin ne de îmân edenlerin, müşrikler için mağfiret dilemeleri(doğru) olmaz!5
Bu ayet-i kerime ile ilgili olarak Fahreddin-i Râzi şu ifadeleri kullanmıştır: Peygamber Efendimiz (sav), ölüm döşeğindeki amcası Ebu Talib’e îmân etmesi teklifinde bulunduğunda müsbet bir cevab alamaması üzerine: “Şâyet bundan men‘ edilmezsem, senin için mağfiret dilemeye devam edeceğim” deyip, vefâtından sonra da onun için istiğfâr ediyorlardı. Bunu gören Sahâbe-i Kirâm'dan (ra) bazılarının da, müşrik olarak ölmüş kendi akrabaları için istiğfara başlamaları üzerine bu âyet-i celile nazil olmuştur.6
Ebû Talib’in Müslüman veya müşrik olarak öldüğü hususunda bazı tartışmalar vardır. Fakat tefsirlerden ve hadislerden anlaşıldığına göre; yeğenini en zor şartlarda savunmasına rağmen, Arap kabile reislerinin gururları ve atalarının yoluna bağlı olma zaafları yüzünden, İslâmiyet’i kabul ettiğini açıkça söyleme cesaretini gösterememiştir.
Özetle; hadis ve tefsir kaynakları, “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, bilakis Allah dilediğine hidayet verir”7 meâlindeki âyetle, “Ne Peygamber’in ne de müminlerin akrabaları bile olsa müşrikler için af dilemeleri uygun olmaz”8 meâlindeki âyetin bu hadise üzerine nazil olduğunu kaydederler. Bediüzzaman Hazretleri ise bu meseleyi Risale-i Nur Külliyatı'nda şöyle anlatır:
Sekizinci Nükte: Diyorsunuz ki, Amcası Ebû Tâlib’in îmânı hakkında esah (sahih olan) nedir? Elcevab: Ehl-i teşeyyu‘ îmânına kāil; Ehl-i Sünnet’in ekserîsi îmânına kāil değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki:
Ebû Tâlib , Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risâletini (peygamberlik vazifesini) değil, şahsını, zâtını gāyet ciddî severdi. Onun o gāyet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zâyie (boşa) gitmeyecektir. Evet, ciddî bir sûrette Cenâb-ı Hakk’ın Habîb-i Ekrem’ini sevmiş ve himâye etmiş ve tarafdârlık göstermiş olan Ebû Tâlib’in, inkâra ve inâda değil, belki hicab (utanma) ve asabiyet-i kavmiye (kavminin değerlerine sıkı bağlılık) gibi hissiyâta binâen (dayanarak) makbûl bir îmân getirmemesi üzerine, cehenneme gitse de, yine cehennem içinde bir nevi‘ husûsî (özel) cenneti, onun hasenâtına (iyiliklerine) mükâfâten (ödül olarak) halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halkettiği (yarattığı) ve zindanda uyku vâsıtasıyla bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, husûsî cehennemi husûsî bir nevi‘ cennete çevirebilir.
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللِّٰە لَا یَعْلَمُ الْغَیْبَ اِلَّا اللّٰهُ9
Bediüzzaman Hazretleri sahih hadisleri esas alarak, Ebu Talib'in iman etmediğini kabul ettikten sonra olayın hikmetlerine bakan bir tefsir yapmıştır. “Kalbime gelen budur ki…” ifadesi, içtihadî bir yorumdur, hüküm bildiren bir fetva değildir. Yani: “Ebu Talib mümindir” demiyor. “Azabı yoktur” demiyor. “Cehennemden kurtulur” demiyor. Sadece şunu diyor: “Onun Hazret-i Peygamber (sav)’e olan samimi muhabbeti ve himayesi elbette boşa gitmez.” diyor. Bu ifade hadisteki ‘azabın hafifletilmesi’ gerçeğiyle uyumludur.
''Hususi cehennem içinde hususi bir cennet'' ifadesi mecazi bir anlatımdır. Risale-i Nur’da meselenin anlaşılması için kullanılan bir temsildir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: Bazı insanlar için zindan, uyku ile saraya döner. Kışın ortasında bazı bölgelerde bahar yaratılır. Yani aynı yer, farklı kişilere farklı şekilde tecellî eder. Bunun İslami temeli, ahirette azap derecelerinin çok çeşitli olmasıdır. Kur'an-ı Kerim buna şu ayetle işaret etmiştir:
Herkes için yaptıklarına göre dereceler vardır. Tâ ki (Allah) onlara, amellerini(n karşılığını) tam versin! Hem onlara haksızlık edilmez.10
Kâfirler arasında dahi azap farkı olur. Şu hadis-i şerifler, Ebu Talib’in azabının “en hafif cehennem azabı” olduğunu söylemektedir:
Abbas İbn Abdulmuttalib'den, dedi ki: "Ey Allah'ın Rasulü! (Amcan) Ebu Talib'e herhangi bir faydan oldu mu? Çünkü o seni koruyor ve senin için düşmanlarına öfkeleniyordu, diye sordu.11
Allah Rasulü: Evet, o topuklarına kadar yakın ateşten bir çukur içindedir. Ben olmasaydım ateşin en alt basamağında olacaktı, buyurdu."12
Bize Ebu Bekr b. EM Şeybe'de rivayet etti. (Dediki): Bize Affan rivayet etti. (Dediki): Bize Hammad b. Seleme rivayet etti. (Dediki): Bize Sabit Ebu Osman en-Nehdi'den, o da İbni Abbas'tan naklen rivayet ettiki: Resulullâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Cehennemlikler arasında azabı en hafif olacak kişi Ebu Talib'tir. O iki (tek) ayakkabı giyinecek ve bunlardan dolayı da beyni kaynayacaktır" buyurdu.13
Bediüzzaman Hazretleri, işte bu “en hafif azap” durumunu “bir çeşit hususi cennet” mecazıyla açıklamıştır. Yani küfür sebebiyle cehennemdedir, ama yaptığı iyilik sebebiyle azabı mümkün olan en hafife çevrilmiştir. Bu ifade hadislerle tamamen uyumludur. Bu anlatım gösteriyor ki Risale-i Nur hiçbir alternatif iman esası üretmez; sadece sahih hadisin manasını ince bir hikmet penceresinden yorumlar.
Risale-i Nur'da başka bir bölümde14 Bediüzzaman Hazretleri, bize çok önemli bir ölçü vermektedir: İnsan sadece kendi görevinden sorumludur; sonuçlar ise Allah’a aittir.
Yani bir insan olarak biz; irademizle iyi işler yapmaya, doğruyu anlatmaya ve doğru yolda olmaya çalışırız. Ama yaptığımız işlerin nasıl sonuç vereceği, kimin hidayete ereceği, kimin kalbinin yumuşayacağı bizim elimizde değildir. Bu Allah’ın takdiridir.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam bile bu ölçüye uymuştur. İnsanlar dinlemese de, uzaklaşsa da o tebliği bırakmamış, daha da çok gayret etmiştir. Çünkü Allah Peygamber Efendimiz (sav)'e: “Sen sadece tebliğ edersin, hidayet vermek bana aittir” buyurmuştu. O da bu emri rehber edinmiş, görevine odaklanmış ve sonucu Allah’a bırakmıştır.
Hz. Üstad burada bize diyor ki; siz de Allah’a ait olan işe karışmayın. Yani bir iyilik yaptığında, bir kişiye doğruyu anlattığında “Acaba kabul edecek mi? Acaba değişecek mi?” diye kendini zorlamamalısın. Bu Allah’ın bileceği bir iştir. Sen sadece görevini en güzel şekilde yap, gayret et ve sabret. Sonucu Allah’a bırakarak gerçek huzuru bul.
ETHEM RUHİ FIĞLALI, "EBÛ TÂLİB", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ebu-talib (10.12.2025)
Kasas, 28/56
Hasan Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul, Kuzucular Ofset, Konya 1984, cilt 8, s.452
Hasan Tahsin Emiroğlu, Esbab-ı Nüzul, Kuzucular Ofset, Konya 1984, cilt 8, s.453
Tevbe, 9/113
Râzî c. 8/16, 220
Kasas, 28/56
Tevbe, 9/113
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.271
Ahkaf, 46/19
Buhārî, Edeb, 115
Buhari, 3883, 6208, 6572
Müslim, Îmân, 91
Bediüzzaman Said Nursi, Lem‘alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s.137-138K

