Vehhabilik hakkında bilgi verebilir misiniz? Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki beyanları ve kısaca izahları nasıldır?
Vehhabilik meselesi, oluşum ve gelişimi, geniş bir bakış açısı ile çok yönlü inceleme ile tam anlaşılabilir. Öncelikle tarihi açıdan önemli ayrıtılarla bir giriş yapalım.
Vehhâbi düşüncesine adını ve şeklini veren Muhammed İbni Abdülvehhab, 1703 yılında Riyad’ın Uyeyne kasabasında dünyaya geldi. İlk tahsilini Uyeyne kadısı olan babasından aldıktan sonra genç yaşta Hicaz bölgesine gitti. Medine’deyken ilk defa İbni Teymiye’nin (v. 728 h) görüşlerini detaylı olarak öğrendi. Daha sonra Basra’ya geçerek orada âlimlerle çeşitli münazaralarda bulundu. Ulemanın şiddetli tepkisi üzerine Basra’dan ayrılmak zorunda kaldı.[1]
Vehhâbiliğe ilk tepki Basra, Mekke ve Medine ulemasından gelmiştir.[2] Eyüp Sabri Paşa ve Zeyni Dahlan’nın yazdığına göre; hocaları ve babası bu gencin daha tahsil çağında sapıklık yolunu tuttuğunu sezmişler ve teessüre (üzüntüye) düşmüşlerdi.[3] Necid bölgesinin bedevi kabilesi olan Temimiler tarih boyunca birçok isyanlara katılmışlardır. İbni Abdülvehhab da böyle bir ortamda yetişen ve Temimi boyundan olan bir kişidir.[4] Babasının vefatından sonra Uyeyne Emiri Osman b. Hamad onu himayesine alarak bir akrabasıyla evlendirdi. Emirin de arka çıkmasıyla daha rahat bir ortam bulan İbni Abdülvehhab orada sadece fikirlerini yaymakla kalmamış, bunları uygulayarak daha da ileri bir adım atmıştır. Uyeyne’deki türbeler, yüksek mezarlar, kutsallık atfedilen ağaçlar, adamları tarafından tek tek ortadan kaldırıldı. Sahabeden Zeyd b. Hattab’ın türbesini ise İbni Abdülvehhab bizzat kendi elleriyle tahrip etti.[5] Siyasi baskılar üzerine Osman b. Hamad orayı terk etmesini istedi. Maalesef Suud hanedanının onun fikirlerini kabul edip, destek vermeleriyle, Vehhabilik itikadi ve siyasi bir fırka olarak ortaya çıktı.
II. Mahmud döneminde isyan eden ve çoğunluğunu bedevilerin oluşturduğu Vehhabiler, Mekke, Medine, Taif gibi şehirleri ele geçirdiler. Buralarda kendileri gibi inanmayanları müşrik kabul ettiklerinden katliamlar yaptılar, sahabelerin türbelerini yıktılar. Padişah II. Mahmud tarafından görevlendirilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Vehhabileri 1812-13 yıllarında hezimete uğrattı.[6] Daha sonra tekrar toparlanan Vehhabiler, 20. yüzyılın başında Suud hanedanından Abdülaziz bin Suud’un başkanlığında, İngiliz yönetiminin desteğini de alarak devlet kurmayı başardılar (1901). Abdülaziz, Birinci Dünya Savaşı'nın arkasından Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdi, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi (1926).[7]
20. yüzyılda Vehhabilik bir devlet olarak Suudi Arabistan’la sınırlı kaldı ama, hareket Selefilik adıyla, bütün İslâm âleminde İngiliz siyasetinin etkisiyle yayıldı. Günümüzde mezheplerin ve içtihadın reddedilmesi, kabir ziyaretlerinin, şefaat ve tevessülün şirk olduğu, ameli imandan bir cüz saymaları ve tasavvuf ve tarikat düşmanlığı genelde Vehhabiliğin tesiriyle yaygınlaşmıştır.
Bu hususta özellikle Üstad Bediüzzaman'dan Vehhabilik meselesinin kökünü, siyasi, sosyolojik, psikolojik, beşeri ve dini ve kaderi açıdan oluşum ve gelişim safhalarını tedkik edersek daha iyi anlamış oluruz.
Hz. Üstad'ın Vehhabiler hakkındaki beyanları ve kısaca izahı şöyledir:
Altıncı Risâle olan Altıncı Mes’ele
Haremeyn-i Şerîfeyn’e Vehhâbîlerin tasallutuna dâirdir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ٭ وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةً
Aziz kardeşlerim,“Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnidir?” diye sual ediyorsunuz.
Elcevap: Şu hadise, âlem-i İslâmın siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için, Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadığım ve dâima faydasını gördüğüm mübarek hatıran için Eski Said kafasını muvakkaten başıma sıkılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasar nüktelerle beyan edeceğiz.
Altıncı Risâle olan Altıncı Mes’ele
Bu risalenin konusu; Vehhâbilerin Mekke ve Medine’ye musallat olmaları üzerinedir.
Hz Üstada Kutsal topraklar olan Mekke ve Medinenin Vehhâbilerin eline geçmesinin ve onların İslam büyüklerinin türbelerini tahrip ederek, hürmetsizliğinin hikmetini soruluyor.
Cevap olarak; Bu mesele İslam dünyasının siyasetine ve toplum hayatına doğrudan etki eden bir olaydır. Dolayısıyla, Yeni Said'in dünyevi ve siyasi meselelerden uzak daha farklı bir bakış açısına sahip olması nedeniyle bu konuyu Eski Said'in bakış açısını geçici olarak kullanarak, dört kısa noktada açıklayabileceğini ifade etmekte.
Birinci Nükte: Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahabeden başlayarak gelmiş. İşte o an’ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:
Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan’da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet tevellüd etmiştir. Hazret-i Ali (r.a.) “Şâh-ı Velâyet ” ünvânını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir.
Vehhâbi meselesinin kökü derindir ve oluşum safhası Sahabe dönemine kadar uzanır. Bu mesele, üç uzun esas üzerinde kurulmuştur:
Birincisi: Hazreti Ali (r.a.), Vehhâbilerin atalarından ve çoğunluğu Necid bölgesinin sakinleri olan Hâricîlere kılıç çekmiş ve Nehrivan'da onların hafızlarını öldürmüştür. Bu hadise, Hâricîler arasında derin bir kin ve düşmanlık oluşturmuştur. Bu düşmanlık, Şiiliğin aksine olarak Hazreti Ali'nin şahsına ve faziletlerine karşı bir düşmanlık şeklini almıştır. Ayrıca Hazreti Ali (r.a.) Velilerin Şahı unvanını kazanmıştır ve birçok evliyâ O'nun yolundan giderek evliyâlık makamına ulaşmıştır. Bu durum, Hâricîler ve onların bayraktarı olan Vehhâbilerde, velilere karşı bir inkâr ve aşağılama duygusu meydana getirmiştir.
İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber edildi. Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr, seciyelerine girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar -nasıl ki ehl-i İran’ın, Hazret-i Ömer’in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer’e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir’e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne fırsat buldukça tecavüz etmişler.
İkincisi: Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle dinden dönmeye meyletmiş olan Necid bölgesi, Hazreti Ebû Bekir'in (r.a.) hilafeti döneminde, Hâlid İbni Velid'in kılıcıyla mağlubiyete uğramıştır. Bu hadise, Necid halkının Hulefa-i Raşidîn'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate karşı bir gücenmeyi damarlarına yerleştirmiştir. Müslüman olmalarına rağmen, geçmişte atalarının yedikleri darbeyi unutamıyorlar. Bu durum, İranlıların, Hazreti Ömer'in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletlerinin yok olması ve milletlerinin gururlarının kırılması sebebiyle Şiilerin, Âl-i Beyt sevgisi perdesi altında Hazreti Ömer'e (r.a.) ve Hazreti Ebû Bekir'e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaate daima intikam duygusuyla saldırmalarına benzemektedir.
Üçüncü esas: Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) Hazret-i Ali’den (r.a.) efdâliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.
Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur’ân meselesinde cihanpesendâne salâbet ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.
Üçüncü esas: Vehhâbilerin büyük imamlarından olan ve üstün zekâ sahibi meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabî gibi büyük evliyâya karşı fazlaca saldırmaktadırlar. Güya Ehl-i Sünnet mezhebini Şiâlara karşı savunduklarını iddia ederek, Hazret-i Ebû Bekir'in Hazret-i Ali'den daha faziletli olduğunu ispat etmeye çalışırken, ölçüyü kaçırıp Hazret-i Ali'nin kıymetini düşürüyorlar. Onun harika faziletlerini basitleştirmektedirler. Muhyiddin-i Arabî gibi (k.s) birçok evliyâyı red ederek küfre girdiklerini iddia etmektedirler.
Vehhâbiler, kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde kabul ederek, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi, Hanbelî mezhebinin reisi ve "Kur’ân yaratılmıştır" meselesinde dünyaca beğenilen sağlamlık ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî yani şeriatın açık hükümlerine, âyetlerin açık ifadelerine ve hadislerin zahiri manalarına dayanarak, mecazı, kıyası sınırlayan ve aşırı taraftarlık içeren ve Alevîlere zıt hareket eden mezhebinden din adına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip etmektedirler ve kendilerini haklı zannetmektedirler. Halbuki, bir derece haklı oldukları yerde, bazen on derce hak ilave ediyorlar. Haksızlık ediyorlar.
İkinci Nükte: Şu Vehhâbî mes’elesinin âlem-i İslâmın an‘anesi i‘tibâriyle nasıl ki üç esası var. Öyle de âlem-i insaniyet i‘tibâriyle dahi “Üç Esası” vardır.
İkinci Nükte: Şu Vehhâbî meselesinin İslam dünyasının gelenekleri açısından üç temeli olduğu gibi, insanlık âlemi itibarıyle de "Üç Esası" vardır.
Birincisi: Ehl-i dünyânın ve maddî târihin nazarıyla, nev‘-i beşerin hayat-ı ictimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki, hayat-ı ictimâiye-i siyâsiye i‘tibâriyle beşer birkaç devri geçirmiş. Birinci devri, vahşet ve bedevîlik devri. İkinci devri, memlûkiyet devri. Üçüncü devri, esîr devri. Dördüncüsü, ecîrdevri. Beşincisi, mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdîl edilmiş, nîm-medeniyet devri açılmış. Fakat nev‘-i beşerin zekileri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihâz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp gayrete gelerek, o devri esîr devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup, fakat اَلْحُكْمُ لِلْغَالِبِ olan zâlim düstûruyla, yine insanların kavîleri zaîflerine esîr muâmelesi yapmışlar. Sonra ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâblarla, o devir de ecîrdevrine inkılâb etmiş. Yani zenginler olan havâs tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukābilinde hizmetkâr ittihâz etmesi, yani sermaye sâhibleri ehl-i sa‘y ve ameli küçük bir ücrete mukābil istihdâm etmeleridir. Bu devirde sû’-i isti‘mâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedâr kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıylabir günde bir milyon kazandığı halde, bir bîçâre amele sabahtan akşama kadar tahtelarz ma‘denlerde çalışıp, kūt-u lâyemût derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hâl, müdhiş bir kin, bir iğbirâr verdi ki, avâm tabakası havâssa i‘lân-ı isyân etti. Şu asrın ta‘bîriyle sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr u zeber edip, geçen harb-i umûmîden istifâde ederek her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyîf fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesâret vermiş.
Birincisi: Dünyanın maddi tarihine bakıldığında, insanlığın sosyal ve siyasi hayatı açısından bakılırsa, birkaç dönem geçirdiği görülüyor. Birinci dönem, vahşet ve bedevilik dönemi. İkinci dönem, kölelik dönemi. Üçüncü dönem, esirlik dönemi. Dördüncü dönem, işçilik dönemi. Beşinci dönem ise mülkiyet ve özgürlük dönemi.
Vahşet dönemi dinlerle ve hükümetlerle değiştirilmiş, yarı-medeniyet dönemi başlamış. Ancak, insanlığın zeki ve güçlüleri, insanların bir kısmını köle yaparak hayvan seviyesine indirmişler. Sonra bu köleler de uyanarak ve gayrete gelerek mücadele etmişler ve esirlik dönemi oluşmuş. Yani kölelikten kurtulmuşlar, fakat "hüküm güçlünün" zalim prensibiyle, yine insanların güçlüleri zayıflara esir muamelesi yapmışlar. Sonra büyük devrimler gibi çok inkılaplarla, o dönem de işçilik dönemine dönüşmüş. Yani zengin olan özel sınıf, halkı ve fakirleri ücret karşılığında hizmetkâr olarak kullanmaya başlamışlar, yani sermaye sahipleri çalışanları küçük bir ücret karşılığında istihdam etmişlerdir. Bu dönemde kötüye kullanımlar o kadar artmış ki, bir sermayedar kendi yerinde otururken, bankalar aracılığıyla bir günde bir milyon kazanırken, bir zavallı işçi sabahtan akşama kadar madenlerde çalışıp, zar zor geçinebileceği bir ücret kazanıyor. Bu durum, korkunç bir kin, bir hınç duygusu doğurdu ki, halk, üst sınıfa isyan etti. Bu yüzyılın tabiriyle sosyalizm ve Bolşevizm şeklinde, önce Rusya'yı altüst edip, geçen dünya savaşından faydalanarak her yerde kök saldılar. Bu Bolşevizmin perdesi altındaki halk ayaklanması, üst sınıfa karşı bir kin ve küçümseme duygusu verdiğinden, büyüklerle ve üst sınıfa ait onur kaynağı her şeyi kırmak için bir cesaret vermiştir.
İlave malumat için lütfen bakınız;
https://risale.online/soru-cevap/vehhabilik-ile-insanlik-aleminin-bes-devrinin-alakasi
İkinci Esas: Şu asır, menfî milliyeti çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı dîniyeye hürmetkâr olamıyor. Bahaneler buldukça ilişmek istiyor.
İkinci Esas: Bu yüzyıl, ırkçılık seviyesinde milliyetçiliği çok ileri sürdü. İslamiyet hiç ihtiyaç duymadığı halde, İslam âleminde de bu ırkçılık fikrine körü körüne Vehhabiler gibi sarılanlar oldu. Irkçılık seviyesindeki milliyet anlayışı ise, dini değerlere saygı duyamıyor. Bahaneler buldukça saldırıyor.
Üçüncü Esas: Sükût…
Üçüncü Nükte: Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfi cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.
İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır. Meselâ, Şîalar Kur’ân’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahabe ve Şeyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler; لاَلِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ (Ali sevgisi için değil, Ömer düşmanlığı için) olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar.
Üçüncü Nükte: Meslekler ve mezhepler ne kadar yanlış da olsalar, içinde bir hakikat bulunur. Bu hakikat onun hayat bulmasına, devamına vesile olmuştur. Eğer eserlerine ve sonuçlarına hükmeden hak ve hakikat ise ve zararlı yönleri, faydalı yönlerine mağlup ise, o meslek doğrudur. Eğer içinde hak ve hakikat, güzel sonuçlar ve eserler çıkmasına vesile olmuyorsa ve zararlı yönü, faydalı yönüne üstün geliyorsa, o meslek yanlıştır. Onun takipçileri bid’at ve dalâlet ehli olur.
İşte bu kaideye dayanarak, İslam dünyasındaki bid’at ehli gruplara bakıldığında her birinin bir hakka dayanarak hareket ettiği görülür. Fakat zararlı yönleri, ya kin ya da inat gibi sebeplerle o mesleğin eserleri dalâlet hesabına çalışmıştır. Mesela, Şiîler Kur’an’ın emrine uyarak Ehl-i Beyt sevgisini esas almışlar; fakat sonra millî intikam duygusuyla oluşan kin, meşru Ehl-i Beyt sevgisinin önüne geçerek Sahabe ve Şeyheyn’e (Hazret-i Ebubekir ve Ömer) nefreti üzerine bina edilen bir halin meydana gelmesine vesile olmuştur.
Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate ve sarîh-i âyâta ve zevâhir-i ehâdise istinad ederek hâlis Tevhîde münâfi ve sanemperestliği imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ, Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.
Vehhâbiler ve Hâricîler ise, şeriatın açık hükümlerine, ayetlerin açık ifadelerine ve hadislerin zahiri manalarına dayanarak saf tevhîde aykırı ve putperestliği ima edecek her şeyi reddetmeyi prensip edinmişler. Fakat, bu konudaki üç esasta belirtilen sebeplerden kaynaklanan zararlı kinler, onları haktan çevirip dalâlete saptırmıştır ki, aşırı derecede yıkım yapmaktadırlar. Bununla beraber Cebriye, Mûtezile, hangi fırka olursa olsun bir hakikati mesleğinde görüp yola çıkmiş daha sonra bazı olumsuz tesirlerle aldanıp, sonra dalâlete saplanmışlar.
Her neyse... Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.
Her yanlış mesleğin her bir yönü yanlış olmak zorunda olmadığı gibi, her doğru mesleğin de her bir yönü doğru olmak zorunda değildir. Buna binaen, sadatlardan/seyyidlerden olan Mekke şerifi, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zayıflık gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne zorbalıkla girmesine meydan verdi. Ayetin açık hükmü ile kâfirlerin girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni (Mekke, Medine’yi), İngiliz siyasetinin İslam dünyasını aldatacak bir şekilde, siyasi merkezi hükmüne getirmesine yol açtı. Bu yüzden bid’at ehli olan Vehhâbiler, dışarıdan dayanak noktası aramayarak, yarı bağımsız bir İslami siyaset izledikleri için, bu yönden haklı olarak Ehl-i Sünnet’e üstün geldiler denebilir.
Dördüncü Nükte: Esbap tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye ile hükmeder. Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît etmiş. Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:
Dördüncü Nükte: Sebeplerin etkisiyle meydana gelen hadiseler, sadece sebeplerin kendi etki ve tesirleriyle oluşmaz. Asıl o hadiselerin gerçek sahibi kaderdir. Kader ise İlahi hikmet ile hükmeder. Bu nedenle, Vehhâbi meselesine yalnızca Vehhâbilerin Ehl-i Sünnet'e aşırılıklar ile saldırması şeklinde bakmamalıyız. Belki de Ehl-i Sünnet, kötü bir davranışı ile kadere fetva vermiştir ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnet'e musallat etmiştir. Vehhâbiler zulmeder; çünkü hem çok aşırı giderler, hem de intikam alma adına hareket ediyorlar, cinayaet ediyorlar. İlahi kader, üç sebebe dayanarak adalet eder:
Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubur ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşru hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı. Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdis edildi. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ (Zalim, Allah'ın kılıncıdır. Onunla intikam alır. Sonra ondan da intikam alır.) kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.
Birincisi: Hadis-i sahih ile sabit olan kabir ziyareti ve mezarlıklara olan şer'i hürmet kötüye kullanıldı, meşru olmayan hadiseler ortaya çıktı. Özellikle evliyaların kabirlerine, Cenâb-ı Hak adına makbul bir kul olduğu ve şefaatine ve manevi duasına mazhar olmak için olan meşru hürmetten ziyade; o kabir sahibini adetâ tasarruf sahibi ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, cahilce kutsandı. Hatta o kadar ileri gitti ki, namaz kılmayanlar, o meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu aşırı hal, kadere fetva verdi ki, o yıkıcı Vehhabileri ehli sünnete musallat etti. Fakat, Vehhabilerde onları düzeltmek ve aşırılıklarını kırmak yerine, tam tersine kökünden kesmeye başladılar. Elbette, "Zalim, Allah'ın kılıncıdır. Onunla intikam alır. Sonra ondan da intikam alır." kaidesine mazhar olurlar. Onlar da sonunda cezasını bulurlar.
İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbaba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir âyine hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse, Tevhîd-i hakîkiye münâfi olur. İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbaba fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.
İkincisi: Bu zamanda insanlık üzerinde manadan ziyade madde baskın hale geldi. Görünen sebepler tesirli kabul ediliyor. İnsanlar sebeplere yapışıyor. Eğer sebepler bir ayna gibi olmaktan çıkıp dikkati kendisine çekse, hakiki tevhide zıt olur. Yani aynanın varlığı karşısındakini göstermek içindir. Aynanın camına maddesine bakılmaz, varlık gayesine bakılır. Aynen öyle de varlıklar gibi çeşitli sebepler Rabbimizin isim ve sıfatları göstermek içindir. Hakiki tesir sahibi değillerdir. Sebeplerin tesir sahibi bilindiği, işte, bu gaflet içindeki maddi çağdaki insanlar, dindar da olsa, sebeplere fazla sarılmalarına dini hikmet izin vermiyor. İşte bu nedenle, evliyaların ve İslam büyüklerinin türbelerine kutsal ziyaretgâh olarak bakmak, şeriatin hikmetine bu zamanda pek uygun olmadığından, İlahi kader bunu düzeltmek istedi ki, vehhabileri musallat etti.
Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve bu mağrur ehl-i enâniyet nazarında kıyâs-ı binnefs olarak, eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah’ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zâtlara birer nevî rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gayet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilâne ve müfritâne bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kader münâsip görmedi ki; bu muharripleri Ehl-i Sünnete taslît etti. Onlarla tâdil edecek.
Fakat Vehhâbilerin seyyiât ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiatlarına mukabil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbik-i harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık etmiyorlar. Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebiri içinde ya erir, ya itidâle gelir; çünkü menbâı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti.[8]
Üçüncüsü: Bu yüzyılda enaniyet o kadar ileri gitmiş ki, birçok insan birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrut hükmüne geçmiş. Kendileri enaniyetli olan gaflet ehli ve dalalet ehli olan gururlu insanlar, kendilerine kıyas yaparak, onları kendileri gibi zannederek, İslam büyüklerini haşa enaniyetle suçluyorlar. Hatta Allah'ı kabul etmeyen birçok şeye ve birçok zata bir nevî ilahlık atfeden insanların bulunduğu bir dönemde putperestliğin başka bir türü olan heykelperestlerin ve suretperestlerin müthiş bir riyakarlık anlamında olan şan ve şeref peşinde koşan insanların yaşadığı bir zamanda, İslam büyüklerinin türbelerine cahilce ve aşırı bir şekilde halkın takdis derecesinde hürmet göstermelerini, elbette dini hikmet açısından kader uygun görmedi ki; bu tahrip edici Vehhabileri Ehl-i Sünnete musallat etti. Onlarla düzeltecek.
Fakat Vehhabilerin günahları ve tahribatlarıyla beraber, takdire şayan bir yönleri var ki, o çok önemli: Belki onların tahrip edici günahlarına karşılık, onları şimdilik muvaffak olmalarının sebebi namaza çok dikkat etmeleridir. Şeriatın hükümlerini uygulamaya çalışıyorlar. Başkaları gibi lakaytlık etmiyorlar. Güya dinin namına baskı ve tecavüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin önemsizliğine binaen dini hükümleri tahrip etmiyorlar. Ayrıca, Vehhabilik az bir gruptur. Koca İslam dünyasının büyük havuzunda ya erir, ya düzelir; çünkü kökü dışarıda değildir ki, İslam dünyasını bulandırsın. Aksi halde kökü dışarıdan olsaydı, o zaman durumları çok düşündürecekti. [8]
[1] Büyükkara, Mehmet Ali: Suudi Arabistan ve Vehhabilik, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2004, s.21-22
[2] Kurşun, Zekeriya: Vehhabi Hareketi ve Suud Devletinin Ortaya Çıkışı, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1998, s.61
[3] Yörükan, Yusuf Ziya: Vahhabilik, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1953, s.55
[4] Ecer, Ahmet Vehbi: Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Ankara, ASAM, 2001, s.181
[5] Büyükkara, Mehmet Ali: Suudi Arabistan ve Vehhabilik, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2004, s.22
[6] Bkz. Tarihi Vehhabiyan. Eyüp Sabri Paşa. Bedir yy.
[7] Bkz. Şamil İslam ansiklopedisi. Vehhabilik mad.
[8] Bediüzzaman Said Nursi: Mektubat Mecmuası 1 (Osmanlıca Nüsha), Altınbaşak Neşriyat, s.243