Bazı yazarlar tarafından Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin seyyid olmadığı iddia olunmakta, hatta bunu kendisinin reddettiği söylenmektedir. Üstad'ın seyyid olduğuna dair kendine ait ifadeleri var mıdır? Ayrıca Üstad'ın Kürt olması seyyid olmasına engel bir durum mudur?
Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin seyyid, yani Hazret-i Peygamber'in mübarek neslinden olduğunun ispatı için öncelikle daha önce yayınlamış olduğumuz şu linkteki cevabı okumanızı tavsiye ederiz.
Hazret-i Üstad'ın -zahirde- kendisinin seyyid olmadığı anlamına gelen bazı ifadeleri, hep "şeriat zahire göre hükmeder" kaidesine göredir. Çünkü Üstad, zahiren seyyid olarak bilinmeyen bir ailede dünyaya gelmiştir.
Fakat zahire göre değil, hakikat cihetiyle, Bediüzzaman Hazretleri'nin bu konudaki şahsî kanaati nedir sualine cevab arayacak olursak, bunun cevabı müsbettir. Yani Bediüzzaman Hazretleri bizzat kendisi seyyid olduğu kanaatini taşımaktadır. Bunu yalnız bazı talebelerine açıkça ifade etmesinde değil, bizzat kendi el yazısıyla yazdığı şu orijinal vesikada da görebiliyoruz. Yakın bir talebesine ait aşağıdaki mektub üzerine girilmiş ilave yazılar, Üstad Bediüzzaman'ın bizzat kendisine ait orijinal el yazılarıdır. Ehli olan bu yazıyı görür görmez tanır. Çünkü üslubu ve elbisesi gibi yazısı da kendine hastır ve bir manada bediîdir.
Bu vesika, Üstad Bediüzzaman'ın en yakın talebelerinden olan Hüsrev Efendi'nin hususî arşivinden yakın zamanda çıkmış orijinal bir vesikadır ve Hayrat Neşriyat tarafından neşredilen "Bediüzzaman ve Hayru'l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak" isimli kitapta pek çok yeni vesikayla birlikte neşredilmiştir.
Bediüzzaman’ın seçkin talebelerinden biri olan Santral Sabri Hoca, Üstad’ına gönderdiği bu uzunca mektubunda onu yüksek vasıflarıyla senâ ederken şöyle diyor:
“İtikadımızca Nesl-i Pâk-i Hâşimiyyü’l-Arabî kuvvetli ihtimali bulunan ve Furkân-ı Hakîm’in dellâl-ı bî şebîhi olan Risale-i Nur sahibi!...
"Gavs-ı Azam ve Cedd-i Ekremlerinin (Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî ve ceddi olan Hazret-i Peygamber'in) yâ hafîdi (ey torunu)!..."
Bediüzzaman Hazretleri, bu uzun mektubun başına kendi eliyle “lâhikaya girsin” yazdığı gibi buraya aldığımız satırlara da bizzat kendi el yazısı ile “itikadımızca” ve “kuvvetli ihtimali” kelimelerini yazarak bu ifadeleri tasdiklediğini ve bu itikada sahip olduğunu göstermiştir. Yani Üstad Hazretleri, Peygamberimizin (asm) temiz Hâşimî neslinden, Gavs-ı Azam Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri ile onun mübarek ceddi (atası) olan Hazret-i Peygamber’in (sav) bir torunu olduğu itikadını kuvvetli bir ihtimal olarak taşıdığını açıkça ve yazılı olarak beyan etmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri 9. Lem'a'da çok aziz talebesi Elazizli (Elazığlı) Hulusi Bey'in "Dedem imzasını Es-seyyid Muhammed diye atardı. Bu bizim seyyid olduğumuz anlamına gelir mi?" anlamındaki sualine, "Delilsiz bir kanaatim var ki ceddinizin imzası sebebsiz değildir." diye bir cevab vermektedir. Ortada resmî seyyidlik şeceresi gibi bir delil olmadığı halde, anlaşılan o ki Hazret-i Üstad gördüğü bazı manevî işaretlerle Hulusî Bey'in seyyid olduğu kanaatine sahip olmuştur. Böyle manevî işaretler ise herkese hitab eden bir delil niteliğini taşımasa da gören zatın kendisi ve onun maneviyatına tam itimadı olanlar için delil hükmündedir.
Öyleyse şunu söylemek mümkündür: Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hulusi Ağabey'in seyyid olduğuna hangi manevî emarelerle kanaat etmişse, aynı veya benzer emarelerle kendinin seyyid olduğu kanaatini de taşımaktadır. Bu mektubda bizzat eliyle yazdığı "İtikadımızca ve kuvvetli ihtimal" kelimeleri onun bu kanaate sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Öyleyse Risale-i Nur'da onun bu kanaatine muhalif gibi görünen bazı beyanlarını, "zahire göre konuşmak" ve "Din düşmanlarına karşı tevriye yapmak"la izah etmek mecburiyetindeyiz.
Bu vesikadan yakın zamana kadar haberdar olunmaması, bu konudaki bazı tartışmaların günümüze kadar devamına sebeb olmuştur. Üstad'ın bu gayet sarih ve açık ifadeleri karşısında hakikatperest ve ehl-i insaf araştırmacılar için artık Üstad'ın -gerçekten- "kendisinin seyyid olmadığı kanaatinde" olduğunu söylemek imkanı kalmamıştır denilebilir.
Diğer yandan, Üstad'ın seyyidliği onun etnik açıdan Kürd oluşuna engel bir durum teşkil etmez. Çünkü bir insanın birinci kuşakta ana ve babadan ibaret iki atası varken, bu sayı ikinci kuşakta dörde, üçüncü kuşakta sekize, dördüncü kuşakta ise on altıya çıkar. Geçmişe doğru bu sayı katlanarak çok yüksek rakamlara ulaşır. Bu ataların tamamının seyyid olması mümkün olmadığı gibi gerekmez de! Yalnız tek bir silsile Hazret-i Peygamber (asm)'a ulaşsa o kişi seyyiddir ve onun neslindendir denir.
Şu an doğuda seyyidlikleri şecereyle sabit olan pek çok Kürd aileleleri bulunmaktadır ve kimse onlara siz Arapsınız, Kürd değilsiniz dememektedir. Aynen bu konuda, hususan bu vatanda saf bir ırk bulmak nerdeyse imkansız olduğuna işaretle Üstad şöyle der:
"Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta (göçlere ve değişikliklere) maruz olmakla beraber; merkez-i Hükûmet-i İslâmiye (Osmanlı Hilafeti) bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden (diğer kavimlerden) pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler (vatan edinmişler). İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakikî unsurlar (ırklar) birbirinden tefrik edilebilir (ayırdedilebilir)." (26. Mektub)
Netice olarak Hazret-i Üstad -kendi ifalerine göre- hem seyyiddir, hem de Kürddür ve bunda garipsenecek bir durum yoktur. Üstelik bu durum ulemadan yalnız Bediüzzaman Hazretleri'ne mahsus bir durum da değildir. Evvelki asrın müceddidi olarak kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri'nin Hazret-i Osman'ın neslinden geldiği Risale-i Nur'da geçtiği halde o da Kürd kavmine mensub büyük bir veli zattır. Hindli bir âlim olan İmam-ı Rabanî Hazretleri Hazret-i Ömer'in neslinden gelmekte, Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretleri de Türk (bazı görüşlere göre Fars veya Tâcik) olduğu halde aslı Hazret-i Ebu Bekir'e dayanmaktadır. Bunun emsali çoktur ve asırlar içinde nesillerin birbirine karışmış olmasının fıtrî bir neticesidir.
Dinimiz bizlere bütün Müslümanların kardeş olduklarını, kavim ve kabile mensubiyetlerinin ise tanışmak ve yardımlaşmak için olup üstünlük veya zillet sebebi olmadığını, gerçek şeref ve faziletin Allah katındaki takvâ ile olduğunu Kur'ân-ı Kerîm lisanıyla bildirmektedir.