Soru

"Üçüncü Nokta: Kerâmet, mu‘cize gibi Cenâb-ı Hakk’ın fiilidir, hediyesidir, ihsânıdır, ikrâmıdır. Beşerin fiili değildir. O kerâmete mazhar olan zât ise, bazen biliyor, bazen bilmiyor. Fakat vukūundan sonra bilir. Kerâmete mazhariyetini kablelvukū‘ bilen ve ikrâm-ı İlâhîye ihtiyârıyla tevfîk-i hareket eden kısım, eğer enâniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs (ks) gibi kudsiyet kesb etmiş ise, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle o kerâmetin her tarafını bilerek kendisi sâhib çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, madem o kerâmet ikrâmdır; bütün tafsîlâtıya kerâmet sâhibine de meşhûd olması lâzım değildir. Bu sırra binâen, Hazret-i Şeyh i‘lâm-ı Rabbânî ile ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’âniyenin etrafında bizleri müşâhede etmiş. Bizlere nazar-ı şefkatle bakmış."

Sekizinci Lema’da geçen şu cümleleri izah eder misiniz?

Tarih: 11.02.2025 20:21:29

Cevap

Üçüncü Nokta: Kerâmet, mu‘cize gibi Cenâb-ı Hakk’ın fiilidir, hediyesidir, ihsânıdır, ikrâmıdır. Beşerin fiili değildir.

Mucize; Allah'ın izniyle peygamberler tarafından gösterilen ve insanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü harikalara verilen isimdir. Mucize, tamamen Allah’ın fiili, hediyesi ve ikramıdır.

Keramet ise; Allah'ın bir ikramı olarak evliyaların gösterdikleri olağanüstü harika hâl ve fiillere verilen isimdir. Başka bir ifade ile keramet; hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, Allah’ın velî kullarında âdet dışı, yani fizik, kimya ve fizyoloji kanunları dışında meydana gelen olağanüstü şeylere ve hâdiselere denir. Aynen mucizede olduğu gibi keramet dahi insanın kendi fiili olmayıp tamamen Allah’ın fiili, ikramı, ihsanı ve hediyesidir.[1]

Keramet, tıpkı mûcize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağanüstü ve sıra dışı bir olay olup mahiyeti itibariyle mûcizeden farklı değildir; aralarındaki fark meydana geliş gayesi ve kimin elinden meydana geldiği ile ilgilidir. Mûcize peygamberlerden, keramet tam olarak ona bağlı olan velîlerden zuhur eder (görünür). Ancak peygamber peygamberliğini iddia eder ve bunu ispat için mûcize gösterir. Gösterdiği mûcize ile inanmayanlara meydan okur. Peygamberi örnek alan velî ise velîlik iddiasında bulunmadığı gibi kimseye meydan da okumaz. Birinde mûcizenin izharı (ortaya çıkması), diğerinde kerametin zuhuru (görünmesi) söz konusudur. Mûcize gibi kerametin de yaratıcısı ve hakiki sahibi Allah’tır.[2]

O kerâmete mazhar olan zât ise, bazen biliyor, bazen bilmiyor. Fakat vukūundan sonra bilir.

Allah’ın bir ikramı olarak keramet gösteren mübarek bir zât, bazen olur ki keramet gösterdiğinin farkında olur. Bazen de farkına bile varmaz. Fakat, keramet elinde ortaya çıktıktan sonra Allah’ın ikramına nail olduğunu bilir.  Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri başka bir risalesinde; “Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî (isteğe bağlı) değil. Ummadığı yerden, ikram-ı ilâhî olarak bir hârika ondan zuhur eder (ortaya çıkar). Diyerek evliyaların gösterdikleri kerametlerin pek çoğunun kendi iradeleriyle gösterilmediğini, ummadıkları bir zamanda Allah’ın bir hediyesi olarak ortaya çıktığını ifade etmektedir.

Kerâmete mazhariyetini kablelvukū‘ bilen ve ikrâm-ı İlâhîye ihtiyârıyla tevfîk-i hareket eden kısım, eğer enâniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs (ks) gibi kudsiyet kesb etmiş ise, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle o kerâmetin her tarafını bilerek kendisi sâhib çıkar, bilir ve bildirir.

Kendisinde keramet görünen ve bu kerameti meydana gelmeden önce bilen ve Allah’ın bu ikramına, kendi iradeleriyle uygun hareket eden kısım; eğer kendilerini beğenmekten ve büyük görmekten tamamen soyutlanmışlarsa ve Şeyh Geylani (ks) gibi Allah katında manevi değer ve saygınlık da kazanmışlarsa, o zaman Allah’ın izniyle kerametin her yönünü bilerek sahip çıkarlar ve başkalarına da bildirirler. Yani bu mübarek zatlar gösterdikleri kerametleri bilerek gösterirler. Fakat benlik ve enaniyetten tamamen sıyrılıp her şeylerini Allah’tan bildikleri için, kerametin Allah’ın bir ikramı olduğu şuuruyla hareket ederler.

Fakat bununla beraber, madem o kerâmet ikrâmdır; bütün tafsîlâtıyla kerâmet sâhibine de meşhûd olması lâzım değildir.

Keramet, Allah’ın sevgili kullarına bir lütfu ve ikramı olduğundan, keramet sahibi velî bir zatın, kerameti bütün detaylarıyla görmesi de şart değildir. Zira keramet, ilâhî bir ikramdır.

Bu sırra binâen, Hazret-i Şeyh i‘lâm-ı Rabbânî ile ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’âniyenin etrafında bizleri müşâhede etmiş. Bizlere nazar-ı şefkatle bakmış.[3]

Önceki cümlelerde, Abdulkadir Geylani Hazretleri gibi, evliyaların yüksek tabakasında bulunan bazı mübarek zâtların, keramet göstereceklerini öncesinden bilebildikleri ve Allah’ın izniyle gösterecekleri kerametlere kendi iradeleriyle uygun hareket ettikleri izah edilmişti. Bu noktadan Şeyh Geylani Hazretleri, her yönüyle bilerek öyle büyük bir keramet göstermiştir ki, Allah’ın izni ve bildirmesi ile sekiz yüz senelik bir mesafeden bu asrı görmüştür. Ve bu dehşetli asırda Kur’ân’a ve imana hizmet etmek adına canla başla mücadele eden Bediüzzaman Hazretlerini ve Risale-i Nur talebelerini görerek onlara şefkat ve muhabbetle bakmış ve onlardan haber vermiştir. 


Alâkalı Sorular

Yorum Yap

Yorumlar