Soru

“O Fütûhu’l-Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: اَنْتَ ف۪ي دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَب۪يبًا يُدَاو۪ي قَلْبَكَ Yani ‘Ey bîçâre! Sen Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de bir a‘zâ olmak cihetiyle, güya bir hekimsin. Ehl-i İslâmın ma‘nevî hastalıklarını tedâvi ediyorsun. Halbuki en ziyâde hasta sensin. Sen evvelâ kendine tabîb ara! Şifâ bul! Sonra başkasının şifâsına çalış!’ diyordu. İşte o vakit o tefe’ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi, ma‘nevî hastalığımı da kat‘iyen anladım….”

Sekizinci Lema’da 145. sayfadaki geçen şu cümleleri sayfanın sonuna kadarki metinle beraber izah eder misiniz?

Tarih: 29.01.2025 18:01:31

Cevap

"O Fütûhu’l-Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: اَنْتَ ف۪ي دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَب۪يبًا يُدَاو۪ي قَلْبَكَ Yani ‘Ey bîçâre! Sen Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de bir a‘zâ olmak cihetiyle, güya bir hekimsin. Ehl-i İslâmın ma‘nevî hastalıklarını tedâvi ediyorsun. Halbuki en ziyâde hasta sensin. Sen evvelâ kendine tabîb ara! Şifâ bul! Sonra başkasının şifâsına çalış!’ diyordu."

Bediüzzaman Hazretleri, Fütûhu’l-Gayb kitabından bir tefe’ül[1] yapar. Önüne açılan sayfada, sekiz yüz sene öncesinden Abdulkadir Geylani Hazretlerinin harika kerametini ve Hz. Üstad’ın durumunu açıkça bildiren şu ibare çıkar: “Sen Dârü’l-Hikmet’tesin. Kendine bir tabip ara, tâ ki kalbini tedavi etsin.” Hakikaten Hz. Üstad, bu ifadeyi okuduğu sırada Şeyh Geylani’nin (ks) dediği gibi Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de[2] aza idi. Müslümanların manevi yaralarını tedavi etmeye çalışan bir hekim idi.

"İşte o vakit o tefe’ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi, ma‘nevî hastalığımı da kat‘iyen anladım."

Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Gavs’ın (ks) bu açık ifadesi ile, uzun zamandır çektiği kulunç hastalığı gibi manevi hastalıklarının da olduğunu ve tedavi edilmesi gerektiğini kesin olarak anladığını ifade etmektedir. 

Her ne kadar Üstad Hazretleri bu asrın müceddidi ve büyük bir İslâm âlimi olsa da her daim kendi nefsinden şikâyet etmektedir. Belki de Üstad misal zatları büyük yapan sırlardan birisi de kendilerini hakikatte küçük görmeleri, ibadet ve hizmetlerini kusurlu ve eksik görüp her daim Allah’a istiğfar ve dua ile yönelmiş olmalarıdır. Hz. Üstad’ın “manevi hastalıklarımı anladım” ifadesini bu tarzda anlamak daha uygun olacaktır.

"O şeyhime dedim: ‘Sen tabîbim ol.’ Elhak, o tabîbim oldu. Fakat çok şiddetli ameliyât-ı cerrâhiye yaptı. Fütûhu’l-Gayb kitabında ‘Yâ gulâm!’ ta‘bîr ettiği talebesine pek müdhiş ameliyât-ı cerrâhiye yapıyor. Ben kendimi, o gulâm yerine vaz‘ ettim. Fakat pek şiddetli hitâb ediyordu. ‘Eyyühe’l-münâfık! Ey dinini dünyaya satan riyâkâr!’ diye diye levmediyordu. Kitabın yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risâleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım."

Üstad Bediüzzaman, Abdulkadir Geylani Hazretlerinin yukarıda geçen bu açık kerameti neticesinde manevi hastalıklarını tam olarak fark edip onların şifası için kendisine manevi bir doktor arar. Abdulkadir Geylani Hazretlerine kendisinin doktoru olmasını ister. Şeyh Geylani Hazretleri de Fütûhu’l-Gayb kitabı vesilesiyle O’nun doktoru olur. Bu kitaptaki “Ey Oğul!” tabiri yerine kendisini koyarak ve arkasından gelen nasihatleri, kendisine hitap ediyormuş gibi kabul ederek öylece kitabı okumaya başlar.

Şeyh Geylani (ks) bu kitabında “Ey Oğul” dediği talebesine karşı cidden tahammülü zor, nefse ağır gelen şiddetli ifadeler kullanarak nasihat ve tavsiyelerde bulunmaktadır. “Ey Münafık! Ey dinini dünyaya satan riyâkâr!” tarzında ağır ithamlarla talebesini kınamaktadır.

Bu sözlere kendisini muhatap kabul ederek kitabı okuyan Hz. Üstad, bu kadar şiddetli ifade ve kınamalara dayanamayarak kitabın yarısına kadar ancak okuyabilir. Bir hafta boyunca da kitabı eline almaz ve okumaz.

"Fakat ameliyât-ı cerrâhiyenin arkasından bir lezzet geldi. İştiyâkla o mübârek eseri acı bir tiryâk gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” Hocamızın sözü burada bitti."[3]

Nasıl ki kalp rahatsızlığından ameliyat olması gereken bir kişi, ameliyat sürecinde pek çok sıkıntılara ve ağrılara maruz kalır. Öyle ki kendisine iğneler yapılır, vücudu kesilir, dikilir ve çok ağrılar çeker. Lâkin bu geçici zahmet ve ağrıları çeken şahıs bilir ki, hayatının sıhhatle devamı için bu sıkıntılara katlanmalıdır.

Hz. Üstad da Abdulkadir Geylani Hazretlerinin adetâ narkozsuz yaptığı bu manevi ameliyatın ızdırap ve sancılarının gidip yerine lezzet ve sıhhatin geldiğini manen hissettiğini ve kitabın geri kalan kısmını da acı bir ilaç gibi içip mütalaa ettiğini ifade etmektedir.

Bu manevi ameliyat neticesinde kendi kabahat ve kusurlarını tamamen anlayıp manevi hastalıklarını hisseden Hz. Üstad, başta Allah’ın izni ve yardımı ile ve Gavs-ı Geylani’nin (ks) himmet ve duasıyla Eski Said döneminden kalan manevi hastalıklarını tedavi ettirerek Yeni Said dönemine geçtiğini beyan etmektedir.

“Gurur bir derece kırıldı” ifadesiyle de nefsindeki firavunluk damarının kırılarak hakiki kulluk vazifesine büründüğünü anlayabiliriz. “Bir derece” ifadesi de ayrı bir incelik olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz. Üstad, “Gurur tamamen kırıldı” tarzında bir ifade kullanmış olsaydı, o zaman tam bir gurur ve kendini beğenmişlik hali ortaya çıkmış olacaktı. Böyle bir ifadenin de Hz. Üstad gibi vazifeli bir zatla bağdaşması asla düşünülemez.  

Özetle Hz. Üstad’ın hayatındaki bu köklü değişim ve dönüşüm (Yeni Said’e geçiş), şu iki hususu açıkça göstermektedir:

Birincisi: Bediüzzaman Hazretlerinin manen yükselerek Eski Said’in sahip olduğu manevî seviyeden çok daha yüksek makamlara çıkmış olmasıdır.

İkincisi: Hz. Üstad, Eski Said’den Yeni Said’e geçmekle, yakında başlayacağı Risale-i Nur’un yazılması hizmetinde, Kur’ân’dan kalbine akacak ilhamlara tam müsait bir hale gelmek ve bundan sonra başlayacak ve hayatının sonuna kadar devam edecek olan işkence ve baskılarla dolu bir hizmet hayatına yeterli gelecek gayet yüksek bir iman, tevekkül ve rıza mertebesine ulaşmış olmaktır, diyebiliriz.

İlgili metnin öncesinin izahı için lütfen bakınız;

https://risale.online/soru-cevap/sekizinci-lema-izah-15


[1] Tefe’ül: Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. Meselâ: Bir kitabı rast gele açarak ilk tevafuk eden yeri okuyup ona dikkat ederek onu uğurlu ve esas bir ders sayma gibi. Olacak şeyi tahmin etmek. (Zıddı: Teşe'üm) (Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat)

Kur’ân'da Müslümanlarla birlikte kâfirlerden ve münafıklardan bahsedildiği gibi; sadece cennetle alakalı değil, cehennemle alakalı da çokça azap âyetleri bulunduğundan, İslâm âlimleri Kur’ân’dan tefe’ül yapılmasını uygun görmemişlerdir.

[2] Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye; 25 Şubat 1918’ğde kurulmuştur. Mûsâ Kâzım Efendi’nin şeyhülislâmlığı döneminde 13 Mayıs 1918’de Sultan Reşad’ın iradesiyle Takvîm-i Vekāyî‘de neşredilerek yürürlüğe girmiştir. Resmen açılışı 12 Ağustos 1918’de Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi tarafından yapılmıştır.

Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’nin başlıca görevleri, halkın dinî konularda karşılaştığı çeşitli problemleri ilmî metotlarla halletmek üzere neşriyat yapmak, yabancıların sorduğu dinî sorulara komisyonlarda görüşülmek suretiyle resmen cevap vermekti. Osmanlı Devleti’nin karışıklıklar içinde bulunduğu ve Batı hayranlığının toplumun her kademesinden devlet müesseselerine kadar hâkim olduğu bir zamanda toplumun ahlâk ve inançlarını zararlı etkilerden korumak da yine bu müessesenin önemli görevlerindendi.

Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’nin resmen tayin edilen ilk üyeleri şunlardır: Bedîüzzaman Said Nursi Efendi, Arapkirli Hüseyin Avni, Bergamalı Cevdet Efendi, Şevketî Efendi, Muhammed Hamdi Efendi, Şeyh Beşir Efendi (Halep mebusu), Şeyh Bedreddin Efendi, Haydarîzâde İbrâhim Efendi ve Mustafa Tevfik Efendi.

Bunların dışında başkâtipliğe Mehmed Âkif Ersoy Bey tayin edilmiştir. Dârü’l-hikme’nin reisliğine 27 Eylül 1918’de Kâmil Efendi tayin edilmiştir. Dârü’l-hikme’de daha sonra Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Âsım, Mehmed Rebîî, Ahmed Râsim Avnî, İzmirli İsmail Hakkı, İzmirli Hâfız İsmail, Ermenekli Mustafa Saffet, Hüseyin Kâmil, Ferid (Kam), Ahmed Şiranî gibi birçok kişi üye olarak görev almıştır.

Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’de görev alanlar azil, tayin ve istifalar, ayrıca vefat edenler de dahil olmak üzere toplam yirmi sekiz kişidir. Kurum dokuz üye ve bir başkandan teşekkül ediyordu. Tayin edilecek kişilerde, teşkilâtın üçer kişiden oluşan fıkıh, kelâm ve ahlâk komisyonlarında görev alabilecek yeterli ilmî kariyer aranıyordu. Komisyonlar kendilerine havale edilen konuları müzakere eder, karara bağlar ve komisyon görüşü olarak kaleme alıp yayımlardı. Bunlar kuruluşun yayın organı olan Cerîde-i İlmiyye’de neşredildiği gibi üyeler ve bazı ilim adamları mecmuada ilmî ve fikrî yazılar da kaleme almaktaydılar.

Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye çalışmalarını sürdürürken 1922 yılında, Elmalılı Muhammed Hamdi ve Mehmed Âkif başta olmak üzere bazı üyelerin Anadolu’ya geçip Ankara’da görev almaları üzerine dağılmış, 21 Ekim 1922’de yapılan son toplantı ile ilmî faaliyetlerine son verilmiştir. (TDV)


Yorum Yap

Yorumlar