Soru

"Bu memlekette Risâle-i Nûr’un sâir eczâları bulunmadığından, buradaki müştâkların istifâdeleri için burada te’lîf edilen risâleler ihtiyârsız olarak Risâle-i Nûr’un birer hulâsası hükmünde bazı mühim mes’elelerini ihtisâr edip almış. Eğer orada te’lîf edilseydi, öyle olmazdı."

Kastamonu Lahikası'nda (s. 35) geçen bu kısmı nasıl anlamalıyız? Kastamonuda yazılan eserler Risale-i Nur'un bir özeti şeklinde mi yazılmıştır? Misaller vererek izaheder misiniz?

Tarih: 1.03.2025 21:06:47

Cevap

Öncelikle şunu ifade edelim ki bu cümleler Kastamonu’da yazılan risalelerle daha önce yazılmış risalelerin tamamen aynı olduğu anlamına gelmez. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu’da yazdığı risalelerde farklı meseleler işlemiş ancak bazı yerlerde daha önce yazmış olduğu risalelerde geçen hakikatleri tekrar etmiştir. Yoksa bütün bütün aynı hakikatleri tekrar etmemiştir.

Örneğin Kastamonu’da yazılan 7. Şûa başlı başına mükemmel bir eserdir. Bu risale birçok iman hakikatlerini iki kere iki dört eder derecesinde ispat etmiştir. Ancak içerisinde Peygambere iman, Allah’a iman, meleklere iman vb. konular işlenirken eski risalelerden hakikatler kullanılmıştır. Hatta denilebilir ki 7. Şua başlı başına Risale-i Nur’un tamamının hulasasıdır. Beşinci Şua’nın da Üstad Hazretleri tarafından daha önce de kaleme aldığı bilinmektedir.

Yine Üçüncü Şua için Üstad Hazretleri şöyle demektedir;

“Bu Sekizinci Huccet-i Îmâniye olan Üçüncü Şuâ‘ Risâlesi, vücûb-u vücûda ve vahdâniyete delâlet ettiği gibi, hem delail-i kat’iyye ile rubûbiyetinin ihâtasına ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihâtasına ve rahmetinin şumûlüne dahi delâlet eder, hem isbat eder.”[1]  

Bu risalede yazılan delillerden ve hakikatlerden bazıları Risale-i Nur’da daha önceden yazılan bir kısım vahdaniyet delillerini de içinde bulundurmaktadır. Mesela Üstad Hazretleri bu risale;
إِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِي فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنْزَلَ اللهُ مِنْ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَأَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَۤابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ َلاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ âyeti ile başlamış ve bu âyeti tefsir ederek Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğine dair deliller getirmiştir. Bununla beraber 1929 yılında Barla’da yazılan 33. Söz Pencereler risalesinin 6. Penceresi de bu ayetin bir tefsiridir ve bu ayet ile vahdaniyet ispatlanmıştır.

 Yine 3. Şua’da geçen bir delil olarak enbiyalar, esfiyalar şöyle işlenmiştir.

“Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahr, şecer, nebat, hayvan, efradıyla, eczasıyla, zerrâtıyla Seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de, kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatıyla yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat'iyetle, Senin vücub-u vücuduna ve Senin vahdâniyet ve ehadiyetine şehadet edip ihbar ediyorlar, mu'cizat ve kerâmât ve yakînî burhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.[2]

Daha önce yazılan 33. Sözde 8. Pencere ise şöyledir;

“Nev-i beşerdeki bütün ervâh-ı neyyire ashabı olan enbiyalar, bâhir ve zâhir mu'cizatlarına istinad ederek; ve bütün kulûb-u münevvere aktâbı olan evliyalar, keşif ve kerametlerine itimad ederek; ve bütün ukûl-u nuraniye erbabı olan asfiyalar, tahkikatlarına istinad ederek, birtek Vâhid-i Ehad, Vâcibü'l-Vücud, Hâlık-ı Külli Şeyin vücub-u vücuduna ve vahdetine ve kemâl-i rububiyetine şehadetleri, pek büyük ve nuranî bir penceredir; hem her vakit o makam-ı rububiyeti göstermektedir. Ey biçare münkir! Kime güveniyorsun ki bunları dinlemiyorsun? Veyahut gündüz içinde gözünü kapamakla, dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?”[3]

Yine Üstad Hazretleri Kastamonu’da, 8. Şuâ/Üçüncü Keramet-i Aleviye Risalesi’ni yazmıştır. Ancak bu risaleden önce 28. Lemâ yazılmıştır. İkisinde de Hz. Ali Efendimizin ‘‘Celcelûtiye’’ isimli kasidesinden Hz. Üstad’a ve Risale-i Nur Talebelerine olan işaret ve haberlerini ebced ve cifir hesaplarıyla izah etmektedir. Tamamen birbirinden farklı olmakla beraber daha önce yazılan eserden bazı hakikatler özetle orada da bulunmaktadır.

Mesela Yirmi Sekizinci Lemâ’da Üstad şöyle demektedir;

“Şöyle ki: اَقِدْ كَوْكَب۪ي بِالْاِسْمِ نُورًا tam tamına aynen cifir ve ebced hesabıyla ‘Risâle-i Nûr’ oluyor. Çünki ‘Nûr’ kelimesi her ikisinde de var. اَقِدْ كَوْكَب۪ي بِالْاِسْمِ iki yüz doksan altı eder. Risâle-i Nûr’daki ‘Risâle’ kelimesi, aynen iki yüz doksan altıdır. Demek Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh bütün ulumunun hazinesi olan Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’ın bir şû‘le-i i‘câzı bulunan Risâle-i Nûr’u, Cenâb-ı Hakk’tan âhir zamanda Kur’ân’a çelik bir sûr ve parlak bir yıldız olarak istemiş ve duâsı kabûl olmuş.” [4]

Buna mukabil Sekizinci Şuâ’da da şöyle demektedir;

“Ve madem اَقِدْ كَوْكَب۪ي بِالْاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً ٭ مَدَي الدَّهْرِ وَالْاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ fıkrasıyla Yirmi Sekizinci Lem‘a’da isbat edildiği gibi, sarâhate yakın bir sûrette Risâle-i Nûr’a işaret etmekle beraber, Sûre-i Nûr’daki âyet-i Nûr’un Risâle-i Nûr’a işaretine işaret eder. Ve madem اَقِدْ كَوْكَب۪ي بِالْاِسْمِ نُورًا ma‘nâ ve cifirce tam tamına Risâle-i Nûr’a tevafuk ediyor.”[5]

 Risale-i Nur'daki Tekrar ve Benzerliklerin Sebebi Nedir?

Risale-i Nur’daki tekrar ve benzerlikler için Bediüzzaman Hazretleri şöyle demektedir;

“On Dokuzuncu Söz’ün âhirinde, Kur’ân’daki tekrârâtın ekser hikmetleri Risâle-i Nûr’da dahi cereyân eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur: Herkes Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye gāliben (çoğunlukla) muktedir olur. Onun için en mühim makāsıd-ı Kur’âniye (Kur’an’ın maksadları) ekser (çoğunluk) uzun sûrelerde derc edilerek (ilave edilerek), her bir sûre bir Kur’ân hükmüne geçmiştir. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için, haşir ve tevhîd ve kıssa-i Mûsâ (as) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı def‘a haberim olmadan, ihtiyârım ve rızâm olmadığı halde, ince hakāik-i îmâniye (iman hakikatleri) ve kuvvetli hüccetler (deliller) müteaddid (çok defa) risâlelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat‘î bir surette bildim ki, herkes bu zamanda Risâle-i Nûr’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Etse de tam okuyamaz. Fakat küçük bir Risâle-i Nûr hükmüne geçmiş bir risâle-i câmiayı elde edebilir. Ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri ondan okuyabilir. Ve gıda gibi, her zaman ihtiyaç tekrar ettiği gibi, o da mütâlaasını tekrar eder.”[6]

Başka bir mektupta ise şöyle demektedir;

“Ben gönderilen risâleleri mütâlaa ettim. Bir kısım hakîkatleri mükerrer (tekrar) gördüm. Makam münasebetiyle tekrar edilmiş. Benim arzu ve belki ihtiyârım olmadan ne için böyle olmuş, kuvve-i hâfızama (hafıza kuvveti) gelen nisyândan (unutkanlıktan) sıkıldım. Birden, şiddetli bir ihtâr ile, “On Dokuzuncu Söz’ün âhirine bak” denildi. Baktım, risâlet-i Ahmediyenin (asm) mu‘cize-i Kur’âniyesinde tekrârâtının (tekarlarının) çok güzel hikmetleri, tam tefsîri olan Risâle-i Nûr’da tamamıyla tezâhür etmiş (görünmüş). O tekrârât, o hikmetleri için tam yerinde ve münâsib ve lâzım olmuş”[7]

Ayrıca bakınız;

https://www.risale.online/manset/risale-i-nurun-tevhid-uzerinde-cok-durmasinin-sebepleri

https://risale.online/soru-cevap/risale-i-nurun-iman-uzerinde-cok-durmasi


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Asay-ı Musa, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.170

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.47

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.352

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Ğaybî, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.121

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Ğaybî, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.110

[6] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.64

[7] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.11


Yorum Yap

Yorumlar