"Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhte eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir." "Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kast ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksut ve mesâk-ı kelâmda olan muâhaze ve tenkit, mütekellime aittir. Fakat 'kelâmın müstetbeâtı' tabir olunan telvihat ve telmihatında ve 'suver-i maânî' ve 'tarz-ı ifade' ve 'maânî-i ûlâ' tabir olunan vesail ve uslûp garazında olan günah ve muâhaze, mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul ü umumiye aittir. Zira, tefhim için, kabul-ü umumî ve örf ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hatâ mahkîyun anha aittir." "Evet, mütekellim suver ve müstetbeâtta muâhaze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir."
Muhakematta geçen bu kısmı izah eder misiniz?
Kelâm; sözlükte faydalı veya faydasız söz, ağızdan çıkan söz, doğrulanabilir veya yalanlanabilir lafız anlamında kullanılmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri; kelâmın mertebelerinin dört kaynağını şöyle izâh eder: “Biri mütekellim, biri muhâtab, biri maksad, biri makamdır.
Sözde kim söylemiş, kime söylemiş ne için söylemiş ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.”[1]
Olasılık hesabına göre burada dört değişken vardır ki; aynı cümleden çıkacak manaların sayısı en az 24’tür.[2] Bu manaların doğru/yanlış, faydalı/faydasız, güzel/çirkin olması pekâlâ farklı olabilir. Dolayısıyla sadece söze veya cümleye bakıp hüküm vermek, “kasdedilen mana budur” demek doğru bir usül olmaz. “Evet insan hüsn-ü zan ile memurdur.”[3]
Buna binaen kelamın manasını doğru anlamak için mütekellimin maksadına bakmak gerekir.
Cenâb-ı Hak (c.c.) yüce kitabımızda bizi şöyle ihtar eder:
“Ey îmân edenler! Eğer fâsık (yalancı, günahkâr) bir kimse size bir haber getirirse, önce (onun doğruluğunu) iyice araştırın ki bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da (bu hareketiniz doğru olmadığından) yaptığınıza pişmân olan kimseler olursunuz.”[4]
Hazret-i Üstad; bu hususa şöyle dikkat çeker:
“Güzel gör, hem güzel bak, tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün, tâ lezîz hayatı bulmalı. Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli.”[5]
“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.”[6]
Bu girişten sonra soruda geçen bölümü [7] kısaca şerh edelim:
Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muahaze olunmaz.
Bir sözden anlaşılan bütün manalardan dolayı sözü söyleyen kişi sorgulanmaz, sorumlu tutulmaz.
Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhte eder. İrade etmezse, itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir
Çünkü o sözde amaçlanan mananın dışındaki manaları yada manayı sözü söyleyen kişi bizzat kastettiğini ifade etmelidir ki sorumlu olsun. Yoksa mesul olmaz. Sözdeki açıkça beyan edilen gaye ve amaç kişiyi sorumlu kılar.
Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kast ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksut ve mesâk-ı kelâmda olan muâhaze ve tenkit, mütekellime aittir.
Beyan ilmine göre bir sözün doğru ya da yalan olması sözü söyleyenin amaç ve gayesine bağlıdır. Eğer bu amaç ve gayede yalan varsa sözün sahibi sorumlu tutulur, sorgulanır.
Fakat 'kelâmın müstetbeâtı' tabir olunan telvihat ve telmihatında ve 'suver-i maânî' ve 'tarz-ı ifade' ve 'maânî-i ûlâ' tabir olunan vesail ve uslûp garazında olan günah ve muâhaze, mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumiye aittir.
Ancak bir sözden ima ve işaret ile anlaşılabilecek farklı manalar, mananın şekilleri olan lafızlar, ifade şekli ve ilk anlaşılan manaların kullanılmasından doğan yanlış anlamlar ve anlaşılmalar, sözün sahibini mesul etmez. Bu husustaki mesuliyet, günün örf ve adetleri ile genel kabule aittir.
Zira, tefhim için, kabul-ü umumî ve örf ihtiram olunur.
Çünkü sözün tam olarak anlaşılması için o zamanın ve yörenin örfünde genel olarak kabul görmüş lafızlar ve üsluplar tercih edilir.
Hem de eğer hikâye ise, halel ve hatâ mahkîyun anha aittir.
Eğer kelam, başka birisinden naklediliyorsa bu, nakledeni mesul kılmaz. Yanlış anlaşılmalar, naklin kendisinden kaynaklanmaktadır.
Evet, mütekellim suver ve müstetbeâtta muâhaze olunmaz.
Sonuç olarak; sözün sahibi, söylediği sözün muhtemel olan farklı anlamlarından mesul olmaz.
Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makâsıdın dallarına çıkmak içindir.
Çünkü sözden amaçlanan anlam, zahir anlamı olmayıp daha öte bir anlamdır.
Mesela; “Filan kişinin evinin külü çoktur.” dendiğinde kastedilen anlam “Misafiri geleni gideni çoktur.” demektir.
Bu kişinin evinde kül olmasa cümle zahir anlam itibariyle yalan beyandır. Ancak eğer misafiri çok olan bir kimse ise bu cümle kastedilen anlam itibariyle doğru beyandır.
Yahut bu kişinin evinde kül çok olsa cümle zahir anlam itibariyle doğru beyandır. Ancak misafiri pek olmayan bir kimse ise bu cümle kastedilen mana itibariyle yalan beyandır.
Onuncu mukaddemeden şerh ettiğimiz bu paragrafta Hazret-i Üstad’ın bize hatırlattığı husus, günümüz dünyasında hemen hemen herkesin yanlışa düşebildiği bir meseledir. Birçok problemin de kaynağıdır.
Öncelikle başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere dinî metinlerde geçen ifadeleri ve başta Sevgili Peygamberimiz (asm) olmak üzere gerek enbiya ve evliya gerekse ulema ve büyük zâtların sözlerini anlamaya çalışırken bize göre yanlış anlayabileceğimiz durumlarda dikkatli ve hassas olmalıyız. Yanlış sorgulamalara sapmamalıyız.
Buna binaen sözün söyleyeni anlamak için onun kastettiği manaya ulaşmaya çalışmalıyız. Bunun için de gerek o zamanın gerek o yörenin örfündeki üslup ve lafızları araştırmalıyız. Kendi zamanımıza ya da örfümüze kıyasla hüküm vermemiz bizi mesul eder. Bu, hatalı bir yaklaşım olacaktır.
Günlük hayatımızda dahi duyduğumuz sözlerin zihnimizde uyandırdığı ilk anlamıyla da peşinen hareket etmemeliyiz. Hareket tarzımızı bu anlam üzerine asla bina etmemeliyiz.
Muhyiddin-i Arabî Hz.nin "anlam, dinleyene aittir" mealindeki şu sözü dikkate değerdir:
"Hitap, konuşanın değil, dinleyenin değerine göre ortaya çıkar."[8]
https://risale.online/soru-cevap/su-i-zan
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikâr, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 135.
[2] Permütasyon hesabı ile dört değişken olduğundan 4! = 4 x 3 x 2 x 1 = 24 eder.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevî Nûriye, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 60.
[4] Hucûrat, 49/6.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 335.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 397.
[7] Bediüzzaman Said Nursi, Muhâkemât, Hayrat Neşriyat, Isparta 2023, s. 40.
[8] İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, Litera Yayıncılık, İstanbul 2012, c. 18, s. 134.