Merhaba! Ben neyin sevap neyin günah olduğunu iyi bilmeme rağmen neden halâ günah işlemeye devam ediyorum? BU konuda kendimi nasıl ikna edebilirim?
İnsan, âhiretin elmâs gibi nimetlerini ve lezzetlerini bildiği, cennet ve cehennemin varlığına iman ettiği halde, maalesef şeytanın vesveselerine kapılıp günaha girebilmektedir. Daha sonrasında eğer vicdanını kaybetmemiş ise yaptığının yanlış olduğunu fark edip iç dünyasında ruhî ıstıraplar çekmektedir. İşte bu hal tekrar ettikçe insan imanından şüphe eder, kendisini iradesiz bir Müslüman olmakla suçlar. Belki en kötüsü “ben asla iyi bir kul olamam.” zannıyla İslâmiyet dairesinden uzaklaşabilir ki işte şeytanın yapmak istediği de tam budur.
Bu durumda insan evvela şunu bilmelidir k;i günah ve şer tamamen tahriptir ve bozmaktır. Tahrip ise kolaydır. Şeytanlar ise şerre hizmet edip insanları şer yoluna sokmak istedikleri için yapmaya çalıştıkları iş aslında kolaydır. Zira hayr ve iyilik imar etmek olduğundan emek ve gayret ister, bazen sabır ve mücadele ister. Mesela namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetler bir gayret, günaha nazar etmemek ise sabır ve irade ister ki neticesinde insan hakka ve hakikate yönelmiş olur. Buna karşın kişi sadece tembellik ederek hiçbir ibadet yapmayabilir ve şerre hizmet edip günaha girebilir.
Demek şeytan, zayıf bir vesvese ile insanı bazen günaha sevk edebilir. Müslümanlar olarak ümitsizliğe kapılmak yerine Peygamber Efendimizin sünneti çerçevesinde hayatımızı yaşamaya gayret etmeliyiz. Ayrıca Rabbimizin sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu hatırlayıp şeytanın vesveselerinden her an Allah’a sığınmalıyız.
İnsanı günaha sevk eden bir diğer düşman da her an kötülüğü emreden nefsidir. Bediüzzaman Hazretleri Şualar isimli eserinde konuya ilişkin şu ifadeleri kullanmaktadır: “Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti, ilerideki bir batman lezzetlere tercîh eden hissiyât-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi; ehl-i sefâhetin ayn-ı lezzeti içinde, elemini gösterip hissini mağlûb etmektir.” (Şualar 164)
Hazreti Üstadın da ifade ettiği gibi nefis her daim rahat ve lezzet peşinde koşar. Hususen nefsin en düşük mertebesi olan nefs-i emmare her daim insana kötülüğü emrederek sadece hazzın peşinde koşan bir divane gibi yaşamak ister. Bu sebeple kolay olan ve hemen ulaşabileceği anlık bir lezzeti gelecekteki mükâfata belki cennete tercih eder. İşte bu sebeple akıl her ne kadar hakkı ve hakikati ifade etse de insan bazen nefsin kötü hissiyatına yenik düşmektedir. Hisleri ve hevesleri aklına galip gelerek anlık lezzetin peşine düşmektedir. Nasıl ki bir çocuk fazla yiyeceği şekerin neticesinde karın ağrısı çekeceğini bilir de sırf ağzında hissettiği anlık tat için yine de yemekten vazgeçmez. Öylede muzır bir çocuk gibi olan insan nefsi de sonunu düşünmeden hep istediğini elde etmek için koşar durur.
Burada nefsine engel olamayan insan şunu düşünmelidir ki “Ben rahatım veya zevkim için bu fiili yapıyorum ve bu İlâhî emre itaat etmiyorum. Yani amacım rahatlık ve zevk. Lâkin benim bu fiilim amacıma hizmet etmiyor. Aksine huzurumu ebediyen bozacak, zevkimi de acılaştıracak sonuçlar getiriyor. Dolayısıyla amacım ve fiilim birbirine zıt düşüyor. Madem huzur bulmak ve keyif almak istiyorum. O halde zehirli bir bala benzeyen günahların yerine ebedi saadet ve huzura vesile olacak iman dairesinde bir hayat sürmeliyim. Ta ki ebedi huzuru ve saadeti elde edebileyim” diyerek nefsin kör hislerine karşı güçlü bir irade göstermesi gerekmektedir. Günahların karşısındaki irade ise ancak insanın imanını ziyadeleştirmesi ile kuvvet kazanır.
Bir kişinin imanını kuvvetli hale getirmesi ise ibadet ve marifetullah ile mümkündür. Mü'min, ibadetlerinde hassas davranarak sabırla devam eder ise iman esasları ruhunda ve aklında kuvvetli hale gelir. Zira her bir ibadetin temelinde itaat vardır. İbadet ehli olan bir kul Rabbine itaatini ifade eder. Bu ise aczini ve fakrını kabul edip O’na teslim olduğunun göstergesidir. Rabbi ise ibadetlerindeki ihlasına göre bu teslimiyete rahmetiyle nazar eder. Bu sayede iman esaslarının kul üzerinde tesiri artar. O tesir ile manevi kemalatı elde etmeye başlar. Kalbi ve ruhu iman nuruyla beslenir. Öyle ki ruhu bedenine yani nefsine galip gelir ve insan artık geçici lezzet ve zevkleri bırakıp o İlâhî huzurda hakiki lezzet ile mütelezziz olup lezzetlenir.
Marifetullah ise kısaca Allah’ı bilmek ve tanımaktır. İnsan Allah’ı bilmek ve varlığını kabul etmek ile iman etmiş sayılır. Bununla birlikte bu iman nurunu arttırmak O’nu tanımak ile mümkündür. Zira bilmek ve tanımak arasında fark vardır. Bizler bu dünyadaki fiil ve davranışlarımızı tanımlamalarımız ile belirleriz. Etrafımızdaki insanların sıfatlarını esas alarak onlarla bir iletişim şekli ortaya koyarız.
Aynen bunun gibi bir kul Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ettikten sonra O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımaya başlarsa davranışlarını ona göre şekillendirir. Mesela Rabbimizin sonsuz adalet sahibi olduğunu bilen birisi kul hakkına girmekten korkar. Zira bilir ki Rabbi ondan hesap soracak. Allah’ın her şeyi görür ve işitir bir kudrete sahip olduğunu dem ve damarlarında hisseden insan kapalı kapılar ardında nefsine uyup günaha dalmaktan çekinir.
Kısacası Cenab-ı Hakk’ın azametini, azabının şiddetini ve merhametinin genişliğini idrak eden bir kimse, her an azab-ı ilâhiden korktuğu gibi rahmet-i ilâhiden de ümitvar olur. Günah ile karşılaşınca, O’nun azabından korkarak o günahtan vazgeçer. İbadet, hayır ve hasenat ile karşılaştığında da rahmet-i ilâhinin genişliğinden ümitlenir; büyük bir şevk ile onları yapmaya gayret eder.
Ayrıca bakınız;
https://risale.online/soru-cevap/gunah-islemekten-kurtulabilmek