Bu konuya sadece merhamet açısından bakmak doğru olmaz. Adalet gibi, Allah'ın yüceliği ve izzeti gibi cihetlerle de bakmak gerekir. Allah insanı, kendisini tanımak ve kulluk etmek için yaratmıştır. Bunun için yaratılan insan, tabiri caizse Allah'a rest çekip "seni tanımıyorum" derse elbette bunun karşılığı da ona göre olacaktır.
Bununla birlikte küfür, Allah'ı tanımamak olduğu gibi, varlıkların yaptıkları ibadetleri ve diğer önemli vazifeleri de inkar etmek ve onlara hakaret etmek anlamına gelir. Görevi başındaki bir memura "sen burada ne iş yapıyorsun ki, hiç bir şeye yaramıyorsun" denilse, elbette o da görevi başındaki devlet memuruna hakaretten dolayı şikayetçi olur. Aynen öylede küfrüyle, bütün varlıklara bu tarzda hakaret eden ve haklarına tecavüz eden birinden bütün varlıklar şikayetçi olacaktır. Allah da bütün varlıkların Rabbi unvanıyla onların haklarını bu kâfirden alacaktır.
Hem Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellilerini reddetmek de bir suçtur. Allah'ın isim ve sıfatlarının her birinin hakkı elbette onun ebedî bir azabı hak ettiğini gösterir. Bununla birlikte o kâfir ebedi yaşasaydı, ebedi olarak kâfir kalacaktı. Bunun da cezası ebedî cehennemdir. Ayrıca, bu kadar haksızlıklara ve tecavüzlere karşı merhamet göstermek ve ceza vermemek de mazlumlara çok büyük haksızlık olur. Bediüzzaman Hazretleri küfrün ne kadar büyük bir günah olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
Küfür ve dalâlet, müthiş bir tecâvüzdür ve umum mevcûdâtı alâkadâr edecek bir cinâyettir. Çünki hilkat-i kâinâtın bir netice-i a‘zamı, ubûdiyet-i insaniyedir ve rubûbiyet-i İlâhiyeye karşı îmân ve itâatle mukābeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise, küfürdeki inkâr ile, mevcûdâtın ille-i gāiyeleri ve sebeb-i bekāları olan o netice-i a‘zamı reddettikleri için, umum mahlûkātın hukukuna bir nevi‘ tecâvüz olduğu gibi, umum masnûât aynalarında cilveleri tezâhür eden ve masnûâtın kıymetlerini, aynadârlık cihetinde âlî eden esmâ-yı İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-yı kudsiyeye karşı bir tezyîf olduğu gibi umum masnûâtın kıymetini tenzîl ile o masnûâta karşı bir tahkîr-i azîmdir. Hem umum mevcûdâtın herbiri, birer vazîfe-i âliye ile muvazzaf birer me’mûr-u Rabbânî derecesinde iken, küfür vâsıtasıyla, sukūt ettirip, câmid, fânî, ma‘nâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiklerinden, umum mahlûkātın hukukuna karşı bir nevi‘ tahkîrdir.1
Bediüzzaman Hazretleri'nin bahsetmiş olduğu bu kısmı şöyle özetleyebiliriz: Kâinatın yaratılmasının en büyük sebebi, insanın, Cenab-ı Hakk'a iman ve itaat ile ibadet etmesidir. Fakat kâfir hem bu sebebi yok sayarak kâinatın umumen hukukuna tecavüz eder. Hem Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin cilvelerini inkar ederek onları tahkir eder. Hem de varlıkların kıymetlerini hiçe indirir. Bunun ne kadar büyük bir suç olduğunu şu şekilde bir örnekle ifade edelim:
Bir ressam yapmış olduğu bir tabloyu size gösterse, siz de tablodaki sanatlara baktıktan sonra "Sen bu tabloyu yapmış olamazsın. Bu kalemler senin olamaz. Hem öyle ressama filan da benzemiyorsun. Bu tablo kendi kendine duvarda belirmiş bile olabilir, hatta kalemler ve fırçalar tesadüfen buralara dokunmuş bile olabilir. Buna inanırım ama senin yaptığına inanmam" deseniz, bu sözler ressama karşı ne kadar büyük bir hakaret olur. Hem ressama yapılmış büyük bir hakaret olur. Hem de ünlü bir ressama nisbet edildiğinde basit bir tablonun bile değeri milyonlara çıkarken, sanatlı bir tablonun değerini tesadüfen olmuş alelade bir şey gibi göstererek tablonun değerini milyonlardan hiçe indirmiş olursunuz. Allah'ın sanatlı eserleriyle dolu şu kâinata ve kendi zatına karşı kâfirin yaptığı edepsizlik, bu durumdan milyonlarca kat daha çirkin bir haldir.
Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 85.

