18. Lema'da Hz. Ali'nin Abbasi Devleti'nin yıkılışını haber verdiği kısmı ve Sekine ile alakalı kısmı cümle cümle izah eder misiniz?
Sonra istikbâle bakıyor. Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı dersle bir kısım A‘râbın kendisine karşı isyanlarından hiddet ederek demiş: ف۪ي عِلْمٍ تِسْع۪ينَ حِسَابِ الْفَارِس۪ي ٭ مِنْ بَعْدِ قَرْنٍ تَاسِعِ الْمَعَاص۪ي ٭ سَتَظْهَرُ الْفُرْسُ عَلَي الْاَعْرَابِ ٭ تَقْتُلُهُمْ كَقَتْلَةِ الدَّوَٓابِّ ٭ تَكُونُ مَبْدَأُ فِتَنِ عَوَابِسِ ٭ مُظْلِمَةً كَظُلْمَةِ الْخَنَاد۪يسِ Yani, “Dokuz karın sonra ‘Fürs’ yani akvâm-ı şarkiye, A‘râb üzerine hücum edecek. Galebe edip A‘râbı hayvan gibi kesecek. Öyle müdhiş fitneler ve karanlıklı musibetler ki, en karanlıklı gecelerden daha ziyâde karanlık olacak.”
Hazret-i Ali Efendimiz Ercûze kasidesinde bu izah edilen konulara değindikten sonra istikbale yani gelecek asırlara bakarak büyük bir keramet göstererek Allah’ın izniyle çok önemli bir olaydan tarihiyle haber vermektedir. Şöyle ki: Hazret-i Ali Efendimiz üstadı ve hocası olan Peygamber-i Zîşân Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı dersle Arapların bir kısmının (Hâriciler) kendisine karşı isyanlarına[1] hiddet ederek onların çok acıklı sonlarını Allah’ın bildirmesiyle şöyle ifade etmiştir: “Dokuz karın (zaman, devir) sonra ‘Fürs’ yani akvâm-ı şarkiye (doğu kavimleri), A‘râb (Araplar) üzerine hücum edecek. Galebe edip (üstün gelip) A‘râbı hayvan gibi kesecek. Öyle müdhiş (dehşetli, korkunç) fitneler ve karanlıklı musibetler ki, en karanlıklı gecelerden daha ziyâde (fazla) karanlık olacak.”
İşte Hazret-i Alî radıyallâhü anhın bir kerâmet-i bâhiresi ki, kendinden beş yüz sene sonra gelen ve Arab Devlet-i Abbâsiyesini mahveden ve hadsiz kütüb-ü İslâmiyeyi nehr-i Fırât’a döken ve A‘râbı gayet zâlimâne katleden Hülâgū vâkıa-i meşhûresini haber veriyor.
İşte Hazret-i Ali Efendimizin açık bir kerameti ki, kendinden beş yüz sene sonra gelen, Arap Abbasi Devleti’ni yıkan ve sayısız İslâmî kitapları Fırat Nehri’ne döküp Müslüman Arapları acımasızca katleden meşhur Hülâgû Hadisesi’ni haber veriyor.
Çünki meşhur olan karın, kırk sene değil, o zamanın ıstılâhınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibârettir. Çünki bir devir altmış senede değişir. Bu sûretle İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın hicretten otuz sene sonra Kûfe’de yazdığı bu Ercûze’deki dokuz def‘a altmış, otuza ilâve edilse beş yüz yetmiş oluyor ki, Cengiz’in ve Hülâgū’nun hücum ve tahrîbât zamanıdır.
O dönemde meşhur olan ve bilinen karından maksat, kırk sene değil bir insanın ortalama ömrü olan altmış seneden ibarettir. Çünkü bir devir altmış senede değişir. Bu hükme göre Hazret-i Ali Efendimizin kendi halifeliği devrinde hicretten otuz sene sonra Kûfe’deyken yazdığı bu ‘Ercûze’ kasidesindeki dokuz karından maksat (9x60=540) 540 sene etmektedir. Bu kaside hicretten 30 sene sonra yazıldığı için Hazret-i Ali Efendimizin haber verdiği Hicrî tarihi ortaya çıkarmak için 540 seneye 30 sene daha ilave edildiğinde Hicrî 570 (m. 1175) senesi çıkmaktadır. Bu tarih Cengiz’in ve Hülagû’nun[2] Abbasilere saldırdıkları ve onları yıkmak adına teşebbüslerin başladığı tarihtir.[3]
Bağdat’ın işgali ve Abbâsî halifeliğine son verilmesi İslâm tarihi ve medeniyeti açısından bir dönüm noktası olmuştur. Burada tarihte eşine az rastlanır bir katliam yapılmış, cesetlerden yayılan kokular Hülâgû’yu dahi şehirden uzaklaşmak zorunda bırakmıştır. Cami ve kütüphaneler yakılıp yıkılmış, İslâm âlimleri başta olmak üzere yüz binlerce Müslüman katledilmiş, kitaplar Dicle Nehri’ne atılmış ve nehir günlerce mürekkep renginde akmıştır. Bu istilâ, sadece Bağdat için değil bütün İslâm dünyası için bir felâket olmuştur. Bu tarihten itibaren İslâm medeniyetinin duraklamaya ve gerilemeye başladığı görülür. Hatta hakiki tarihçilerin ifadelerine bakıldığında bu hadise ile İslâm medeniyeti iki yüz sene geriye gitmiş, Müslümanların iki asırlık kazanımları yok edilmiştir. Bu olayı tarihin belki de en acımasız olayı yapan hem İslâm âlimlerinin hem de o zamana kadar yazılan her türlü ilmî ve dinî kitapların ortadan kaldırılmasıyla, İslâm’a ve Müslümanlara yönelik çok büyük bir darbe olmasıdır. Beş yüz sene İslâm’a bayraktarlık yapmış köklü bir devletin yıkılmış olmasıdır. Kaynaklarda Bağdat’ta kılıçtan geçirilen halkın sayısı hakkında 800.000’den 2.300.000’e kadar değişen rakamlar verilmektedir.
Sonra Hazret-i Cebrâîl’in, Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâm huzûr-u Nebevîde getirip ‘Sekîne’ nâmıyla bir sahîfede yazılı İsm-i A‘zam, Hazret-i Alî radıyallâhü anhın kucağına düşmüş. Hazret-i Alî radıyallâhü anh diyor: “Ben Cebrâîl’in şahsını yalnız alâimü’s-semâ sûretinde gördüm. Sesini işittim, sahîfeyi aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek, bu İsm-i A‘zam'dan bahis ile
Sonra Hz. Peygamberin (sav) huzurunda Cebrail Aleyhisselâm “Sekine” namıyla bir sayfada yazılı olan ism-i azamı (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs isimlerini) Hazret-i Ali Efendimizin kucağına bırakmış. Hz. Ali Efendimiz bu durumu ercûze kasidesinde; “Ben Hz. Cebrail’in şahsını yalnız gökkuşağı tarzında gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek ism-i azamın ehemmiyetinden bahsetmektedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin anlam bakımından aktardığı bu meşhur hadise Ercûze’de tam olarak şöyle geçmektedir:
“Beşir (asm) beni çağırdı ve dedi ki: “Senin Basîr olan Rabbin şu müjdeyi verdi: “Sana öyle bir tılsım hediye etti ki onun ile düşmanlar kahrolup zelil olur. Öyleyse o Hâdi’ye şükret!”. Bunun üzerine kucağıma sahife düştü. Ve onun yazısı şerefli bir daire şeklinde idi. Cibril dedi ki “Ya Ali! Onu al! Çünkü o yüce Rabbin sekinesidir. Seni korktuğun kötülükten korur. Düşmanla karşılaşınca onu zayıflaştırır.” Sesini işittim, hayalini görmedim. Fakat bana gök kuşağı gibi temessül etti.” [4]
Yukarıdaki ifadelere bakıldığında sekinenin ism-i azam olduğu ve Rabbimiz tarafından Cebrail Aleyhisselâm vasıtasıyla gönderildiğini anlamaktayız.
Bu noktada bazı tenkit ve itirazlar da gelmiyor değil. Bazıları bu kasidede anlatılanlardan yola çıkarak “Hz. Ali (ra) peygamber mi ki, Cebrail (as) ona bir sayfa getiriyor?” diye soruyorlar. Evet, Cebrail Aleyhisselâm, peygamberlere vahiy getiren bir melektir. Fakat onun peygamberler haricinde herhangi bir beşerle konuşması, o şahsın peygamber olmasını gerektirmez. Nitekim Kur’ân’da Hz. Cebrail’in Hz. Meryem’le konuştuğu şu şekilde zikredilmektedir. “Biz ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik de o, kendisine bir insan şeklinde göründü.”[5]
Nasıl ki Hz. Meryem’in Hz. Cebrail’le görüşmesi ve konuşması onu peygamber yapmıyorsa, Hz. Cebrail’in Hz. Ali’ye bir sayfa hediye etmesi –ki içinde ism-i azam var- onu peygamber yapmaz.[6] Üstelik Hz. Cebrail’in Hz. Ali’yle konuşması yalnızca Hz. Ali Efendimize mahsus bir olay da değildir. Buna benzer çok hadiseler vardır. Konunun ehemmiyetine binaen bir örnekle devam edelim. Şöyle ki:
Medine’ye hicretten sonra müşrikler Müslümanları şiirle hiciv ederek rahatsız ediyorlardı. Peygamberimiz (sav), sahabe şairlerine de müşrikleri hicvetmelerini emretti. Bu şairler içinde Hassan bin Sabit’e şöyle dua etmiştir: “Allah’ım, onu Ruhü’l-Kudûs’le teyid et! (destekle, kuvvetlendir)”[7]
Bir başka rivayette ise Peygamberimiz (sav), Hassan bin Sabit’e “Sen Allah ve Resulü namına müdafaada bulundukça hiç şüphesiz Ruhu'l-Kudüs seni te'yide devam edecektir!” buyurdu.[8]
Ruhü’l-Kudûs’ün Hz. Cebrail olduğu bilinen bir husustur. Burada sorulması gereken soru şudur: Cebrail Aleyhisselâm Hassan bin Sabit’i nasıl teyid edip destekleyecektir? O peygamber olmadığına göre vahiyle olması mümkün değildir. Öyleyse burada söylenecek en makul söz, bunun ilham şeklinde olmasıdır. Dolayısıyla Peygamberimiz (sav), Hz. Cebrail’in Hassan bin Sabit’e ilhamda bulunmasını duasında Cenab-ı Hak’tan istemiştir, diyebiliriz.
Hem sahabelerin pek çokları melekleri görmüşlerdir.[9] Cebrail Aleyhisselâm’ı Dıhye suretinde pek çok sahabenin gördüğüne dair sahih rivayetler vardır. Onlar içinde en meşhuru da Cibril hadisidir.
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz ki; peygamberlerin haricinde bazı insanlar mesela sahabeler meleklerle hatta Hz. Cebrail’le görüşebilir ve onlarla konuşabilirler. Bu pek çok sahih rivayetle doğrulanmış bir hakikattir. Fakat bu görüşme ve konuşmalar, onların peygamber olmalarını gerektirmez. Hz. Cabrail’in Hazret-i Ali Efendimizle konuşup sekine duasını ona vermesi de bu tarz hadiselerden birisidir.
bazı hâdisâtı zikirden sonra tahdîs-i ni‘met sûretinde diyor ki:
Hazret-i Ali Efendimiz Ercûze kasidesinde ism-i azamdan, Hülâgû hadisesinden ve farklı meselelerden bahsettikten sonra Cenab-ı Hakk'a karşı nâil olduğu nimetin şükrünü edâ etmek ve onunla sevincini ve şükrünü bildirmek maksadıyla şöyle diyor:
فَكُلُّ مَعْنًا مِنْ عُلُومٍ فَاخِرَةٍ ٭ مِنْ مَبْدَأِ اِلدُّنْيَا لِيَوْمِ الْاٰخِرَةِ ٭ قَدْ صَارَ كَشْفًا عِنْدَنَا عَيَانًا ٭ وَكُلُّ ذ۪ي شَكٍّ غَدًا مُهَانًا Yani, “Evvel-i dünyâdan kıyâmete kadar ulûm-u esrâr-ı mühimme bize şuhûd derecesinde inkişâf etti. Kim ne isterse sorsun. Sözümüze şübhe edenler, zelîl olur.[10]
Hazret-i Ali Efendimiz anlam bakımından şöyle demektedir: Dünyanın başlangıcından kıyamete kadarki mühim sırlı ilimler bize apaçık görür derecesinde açıldı, göründü. Kim ne isterse sorsun. Söylediklerimizden şüphe edenler alçak, aşağı ve zavallı olur.[11]
Önceki kısmın şerh ve izahı için lütfen bakınız;
https://risale.online/soru-cevap/18-lema-3
[1] Hâricîler, Hz. Ali ile Şam valisi Hz. Muâviye arasında yapılan Sıffin savaşında, sorunun çözümü için tarafların birer hakem atamaları üzerine ortaya çıktılar. Onlara göre Allah'tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur. (lâ hukme illâ lillâh). Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar. Sorunu hakemler aracılığı ile çözmeyi kabul ettiği için Hz. Ali de kâfir olmuştur. Kâfir olduğuna inandıkları Hz. Ali'den ayrılmanın farz olduğu düşüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrılarak Harûra'da toplandılar. Bu huruc (çıkış) hareketi ile İslâm tarihindeki ilk siyasî parçalanma gerçekleşti. Harûra'dan sonra Nehrevân'da üslenen bu grup, İslâm tarihinin en katı, en savaşçıl partisini oluşturdu (Ahmet Emin, Duha'l-İslâm, III, 5). Konuyla alakalı deteylı malumat için lütfen bakınız; https://risale.online/soru-cevap/hariciler
[3] Her ne kadar Bağdat’ın Cengiz Han'ın torunu Hülâgû Han tarafından yıkılıp yağmalanması Miladî 1258 tarihinde gerçekleşmişse de Cengiz Han’ın Bağdat’a yönelik saldırıları Hz. Ali Efendimizin haber verdiği tarihlerde başlamıştır.
[4] Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatu’l-Ahzab, (Şazeli cildi), Sezgin Neşriyat, s, 582-597.
[5] Meryem, 19/17.
[6] Bu risale (18. Lem’a) 1934 yılında telif edilmiştir. Aradan geçen yaklaşık 90 yıl içinde hiçbir nur talebesi Hz. Ali’ye peygamber demiş değildir.
[7] Müslim, Fezailü’s-Sahabe, bab 34, Hassan b. Sabit’in fazileti, hadis no: (2485) 152.; Buharî, Kitabu Bed’ü’l-Halk, bab, 6.
[8] Müslim, a. g. y. , hadis no: 157- (2490).
[9] M. Yusuf Kandehlevî’nin “Hayatü’s-Sahabe” adlı eserinin 4. cildinin son kısmında uzun bir bahis “Sahabelerin melekleri gördüğü ve konuştuğuyla” ilgilidir. İlgili kısma bakılabilir.
[10] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.133
[11] Ercûze Kasîdesi, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatu’l-Ahzab, (Şazeli cildi),s. 593.