18. Lema'nın sonundaki Elhasıl'ın tamamını cümle cümle izah eder misiniz?
Elhâsıl: Hazret-i Alî kerremallâhü veche, ecnebî hurûfuna karşı şiddetli teessüf ve hiddet ettiği ve bid‘alara tarafdârlık eden bir kısım ulemâü’s sû’a karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşâdkârâne bazılarla konuşuyor. Ve Hazret-i Cibrîl’in ta‘bîriyle, Sekîne ismi verilen ve İsm-i A‘zam sandukçası olan esmâ-yı sitteye devam edeni irşâd ediyor, taltîf ediyor.
Elhâsıl (sonuç olarak); Hz. Ali (ra), İslâm memleketinde inkilâp adı altında Kur’ân harflerinin yasaklanıp yerine Latin harflerinin zorla kabul ettirilmesinden dolayı şiddetli bir üzüntü duymakta ve bu değişimi yapanlara karşı çok şiddetli hiddet edip öfkelenmektedir.
Yine, Latin harfleri başta olmak üzere İslâm’ın reddettiği yeni uygulamalara (bid’alara) taraftar olup o uygulamaların halk tarafından kabul edilip benimsenmesi ve yaygın hale gelmesi için fetvalar vererek zorbalara yardım eden kötü âlimlere karşı da şiddetli bir tarzda nefret ve hiddet etmekte, onları manen tokatlamaktadır.[1]
Böyle manevi yıkım ve baskıların had safhada olduğu bir zamanda Hz. Ali Efendimiz, bazı kişilerle, onlara doğru ve hak yolu gösterir bir tarzda konuşmaktadır. “Allah kime yardım etmek isterse, bu sekineyi ona hediye eder.”[2] İfadesiyle Hazret-i Cebrail’in sekine olarak tabir ettiği ve ism-i azamı içinde barındıran altı ismi (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs isimlerini) kendisine vird edinip sürekli okuyan kişiyi irşad etmekte, ona yol göstermekte ve o kişiye özel iltifat etmektedir.
İmam Ali (ra) bu meyanda başka bir ifadesinde “Ey bu zamana yetişen kişi. Sana verdiğim ders ile hıfz duasını et!”[3] Yani sana ders verdiğim ve öğrettiğim Sekine duasıyla o zamanın şer ve fitnelerinden korunmak için dua et, diyerek birisiyle (Hz. Üstad’la) konuşmakta ve ona bu asırda rehberlik ve üstadlık etmektedir.[4]
İşte o esmâ-yı sittenin devamından tereşşuh eden ve o esmânın lemeâtı olan Risâle-i Nûr;
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin ism-i azam olan altı ismi (Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs) kendine vird edinip sürekli olarak okumasının bir neticesi olarak, bu İlâhî isimlerin geniş manasından sızan ve sonsuz yansımalarının bir parıltısı hükmünde olan Risale-i Nur eserleri meydana gelmiştir.
Nasıl ki, Sekine duasını devamlı bir surette okuyan Bediüzzaman Hazretleri, yaşadığı dönemin şer ve fitnelerinden Allah’ın izniyle korunmuştur. Öyle de ümmet-i Muhammedi bu zamanda her türlü dinsizlik akımına karşı koruyup, onlara kuvvetli iman ve Kur’ân derslerini veren Risale-i Nur Külliyatı da yine ism-i azam olan bu altı ismin tecellisiyle meydana gelmiştir.
ve o Risâle-i Nûr kendi şâkirdleri ile lâakal yüzer kalemle yüzer parça Risâle-i Nûr’un eczâlarıyla ve intişâr eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı hurûf-u Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibâa ve îmânlarının takviyesine;
Risale-i Nur’un fedakâr ve gayretli talebeleri, Kur’an harflerine şiddetle cephe alındığı bir devirde her türlü yasak ve zorluklara rağmen, Risale-i Nur’un her bir risalesini yüzer kalemleriyle yüzlerce kez yazıp Anadolu’ya dağıtmışlardır.
“Mağazalarda kâğıt kalmadı. Risale-i Nur şakirtleri kâğıdı bitirdiler” dedirtecek bir şevkle yazılan Risalelerden -o günkü miktarıyla- yirmi bin nüshası topluma ulaştırılmış ve en az yüz bin kişi Kur’ân harflerinin ve İslâm yazısının lehine döndürülüp taraftar edilmiştir. Bu hummalı çalışmaları yaparken Risale-i Nur Talebelerini sahip oldukları inanç ve niyet ise şu cümlede saklıdır: “Hattı Kur’ân’ın ref’ine (ortadan kaldırılmasına) çalışanları susturmalıyız. Kur’ân’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız.”
Kur’ân harfleriyle yazılan ve yayılan bu risaleler, okuyan insanların hem imanlarının kuvvetlenmesine hem de Hz. Peygamberin (sav) sünnet-i seniyyesine tabi olma noktasında gayret etmelerine vesile olmuştur. Nitekim bu zamana kadar milyonlarca kişinin Risale-i Nur vasıtasıyla imanlarını kuvvetlendirmiş olması ve günümüzde de pek çok ülkede farklı dillerde aynı vazifesinin devam etmesi, bu gerçeği doğrulamaktadır.
ve Hazret-i Alî radıyallâhü anhın hiddet ettiği iki cereyâna karşı tamamıyla mukāvemet ettiklerinden, elbette Hazret-i Alî radıyallâhü anhın يَٓا اَيُّهَا الْاِخْوَانُ ta‘bîr ettiği ihvânları içinde hususî bir sûrette onlara bakıyor.
Risale-i Nur talebeleri, Hazret-i Ali Efendimizin hiddet edip öfkelendiği iki hadiseye (Latin harflerinin zorla kabulü ve bid’alara taraftar olan kötü âlimlerin fitnesi) karşı bütün himmet ve gayretleriyle karşı koyup mücadele etmişlerdir.
Evet, Latin harflerinin zorla kabul ettirilmesine karşılık Risale-i Nur Talebeleri bütün güçleriyle Kur’ân hattını (İslâm yazısını) korumayı ve insanlara öğretmeyi kendilerine vazife bilmişlerdir. Ve yine, Kur’ân ve sünnetin esaslarına karşılık inkılap ve yenilik adıyla zorla halka kabul ettirilmeye çalışılan bütün bid’alara ve bu bid’aların savunucusu ve insanlara telkin edicisi olan kötü âlimlere karşı mukavemet edip direnmişlerdir.
Elbette İmam Ali Efendimizin Allah’ın izniyle gelecek asırlara bakıp “Ey kardeşler!” diyerek seslendiği, iltifat edip manen konuştuğu “Kardeşleri” içinde, Risale-i Nur Talebeleriyle özel olarak alakadar olmakta ve onlarla konuşmaktadır. Zira bu dehşetli asırda, Hazret-i Ali Efendimizin maksadı doğrultusunda Kur’ân yazısını ve sünnetin esaslarını koruma ve yayma hususunda en fazla gayret sarf eden ve bu uğurda her türlü zulüm ve baskılara maruz kalan, Risale-i Nur Talebeleridir.
Evet, Hazret-i Alî radıyallâhü anhın bu zâhir kerâmât-ı gaybiyesi Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın irşâdıyla olduğu için, başka şekilde bir mu‘cize-i Peygamberiye olduğu münâsebetiyle;
Evet, Hazret-i Ali Efendimizin on dört asır öncesinden haber verdiği tarzda meydana gelen bu açık gayba dair harika kerameti, aynı zamanda başka bir tarzda Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın da bir mucizesidir. Zira, evliyanın gösterdiği keramet, aynı zamanda o velî zatın kendisine tabi olduğu Peygamberinin de mucizesidir. Çünkü ondan aldığı feyiz ve ilim vasıtasıyla o makama çıkmış ve tabi olduğu peygamberinin davasını doğrulamış olmaktadır.
Hazret-i Ali Efendimizin hocası ve üstadı, Allah’ın en sevgili kulu olan Habîbullâh Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Ve O’ndan ders alıp öğrendiği gayba dair ilmî meselelerden bir kısmını Allah’ın izniyle ebced hesabıyla ince işaretlerle haber vermekte, böylece harika kerametler göstermektedir.
aynı kerâmet-i Gavsiye ve işârât-ı hârika-i Aleviye gibi beşinci asırla on dördüncü asrın fitnelerine işaret eden ve gizli kalıp ma‘nâsı anlaşılmayan bir mu‘cize-i gaybiye-i Nebeviyeyi beyân etmeye münâsebet geldi.
Nasıl ki Hazret-i Ali Efendimizin harika işaretleri ile Abdulkadir Geylani Hazretlerinin Sekizinci Lema’da izah edilen alışılmışın çok üstünde olan kerametleri, aynı zamanda Hz. Peygamberin (sav) bir mucizesidir. Öyle de Hicrî beşinci asırla on dördüncü asırların fitnelerine işaret eden ve manası tam olarak anlaşılamayıp gizli kalmış olan Sevgili Peygamberimizin (sav) gayba dair bir mucizesini bu makamda açıklamak uygun olacaktır.
Şöyle ki: Hadîs-i sahîhte vardır ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اِنِ اسْتَقَامَتْ اُمَّت۪ي فَلَهُمْ يَوْمٌ وَاِلَّا فَنِصْفُ يَوْمٍ -ev kemâ kāl- Bu hadîs-i şerîfe her nasılsa, “Kıyâmete işaret ediyor” sûretinde ma‘nâ verilmiş, mu‘cize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış.
Şöyle ki: Sahih bir hadis-i şerifte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle ferman etmiş: “Eğer ümmetim istikamet üzere olursa onlar için bir gün vardır. Aksi halde yarım gün vardır.”[5] (Ev kemâ kâl)[6] Bu hadis-i şerif için nasıl olduysa “Kıyamete işaret ediyor” tarzında mana verilmiş, Sevgili Peygamberimizin (sav) gelecek asırlara bakan gayba dair bir mucizesi gizlenip anlaşılamamış.
Hem Şeyh-i Geylânî’nin, hem Hazret-i Alî radıyallâhü anhın irşâd-ı Nebevî ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerâmetkârâne bahisleri gösteriyor ki, bu hadîs-i şerîf onların bu zamana bakmak için bir teleskoplarıdır ki, bu iki asra bakıyorlar.
Hem Abdulkadir Geylani Hazretlerinin hem de Hazret-i Ali Efendimizin, Sevgili Peygamberimizden (sav) aldıkları dersle ve O’nun manevi rehberliğiyle Hicrî beşinci ve altıncı asırların fitnesinden (Hülâgû Fitnesi) ve Hicrî on dördüncü asrın fitnelerinden (Harf İnkilâbı ve Kötü Âlimlerin Fitnesi) harika kerametleriyle detaylı olarak haber vermeleri gösteriyor ki, bu hadis-i şerif onların bu asırlara bakması için bir çeşit teleskopları olmuştur. Ve bu manevi teleskop vasıtasıyla kendilerinden asırlar sonra meydana gelecek önemli hadiseleri Allah’ın izniyle çok net bir şekilde görüp tarihiyle ve uygulama tarzlarıyla birlikte detaylı olarak haber vermişlerdir.
Evet, hadîste يَوْمٌ ta‘bîri, اِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ âyetinin delâletiyle bin seneden ibârettir. Hilâfet-i İslâmiyeye ve hükûmet-i Arabiyeye, hadîs mûcibince tam istikametle gitmediği için, tam nısf-ı yevm olan beş yüz küsûr senede (Hâşiye) Hülâgū hücumuyla hâtime verildi.
Evet, “Eğer ümmetim istikamet üzere olursa onlar için bir gün vardır. Aksi halde yarım gün vardır.”[7] Hadisindeki يَوْمٌ “Gün” tabiri, “Şüphesiz ki Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuzdan bin sene gibidir.” Âyetinin işaretiyle bin seneden ibarettir. Arap Abbasi Devleti[8] ve İslâm Hilafeti, bin senelik tam istikameti sağlayamadığından hadis-i şerifin hayret verici ifadesini doğrulayarak 500 sene yani “Yarım gün” istikamet üzere gitmiştir. Abbasi devletine, Cengiz Han'ın torunu Hulâgû'nun yönetimindeki İlhanlılar tarafından 1258'de son verilmiştir.
Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra يَاْتِ اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları, hadîs-i şerîfteki istikameti yerine getirmeye çalıştıklarından, hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilâfet-i İslâmiyeye ve şer‘-i şerîf üzerinde giden hükûmetin idâmesine vâsıta oldular.
Abbasi Devleti’nin yıkılışından itibaren (m. 1258) üç-dört asırlık bir boşluk ve duraksama dönemi olmuştur. Daha sonra “Allah ileride onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”[9] Âyetinin sırrına ve işaretine nâil olan Osmanlı Devleti’nin adaletli padişahları, hadis-i şerifte haber verilen Allah’ın razı olduğu istikameti yerine getirmeye çalışmışlardır. Her ne kadar Abbasi Devleti hakimiyet ve idareyi kaybetmiş olsa da Osmanlı Devleti Ridaniye Savaşı’nda[10] İslâm halifeliğini yeniden eline geçirmiştir. Böylece Osmanlı Devleti, Abbasi Devleti’ndeki İslâm halifeliğini ve Kur’ân ve sünnetin hükümlerine göre idare eden hükümetin devamlılığını sağlayarak yaklaşık 500 sene istikamet üzere devam etmiş, sonuçta Ümmet-i Muhammed (sav) için müjdelenen bin senelik istikamet üzere olan hayatın meydana gelmesine sebep olmuşlardır.
Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim gibi nice adaletli sultanları, Allah yolunda cihad etmişler, hakkı ve adaleti sağlamak ve yaygınlaştırmak adına gece gündüz mücadele etmişlerdir. Sonuçta Allah’ın razı olduğu İlâhî bir sistemi devletin sistemi haline getirerek hadiste ifade edilen istikamet üzere bir düzen kurmuşlardır.
Hadîsin ikinci ciheti ki, فَلَهُمْ يَوْمٌ de tahakkuk ediyor. Ve İstanbul’un fethinden takrîben yirmi sene evvel, yine hilâfet-i İslâmiyeye zemin ihzâr edildi. Ve tam umum âlem-i İslâm’ın merkez-i hükûmeti olacak bir vaz‘iyet almaya başladı. Ve müjde ve senâ-yı Peygamberîye mazhar olan Fâtih’in vâsıtasıyla İstanbul’un fethi tarihinden fetret zamanını tayyedip, Abbâsîler nereden bırakmışlar ise oradan başlayarak Osmanlılar bil’istihkāk âlem-i İslâm’ın başına geçtiler.
Hadis-i şerifin ikinci ciheti ve yönü ki, “Onlar için bir gün vardır.”[11] Cümlesinde ortaya çıkmaktadır. İstanbul’un fethinden (m. 1453) yaklaşık yirmi sene önce, İslâm halifeliğinin tekrar uygulamaya konması adına siyasî zemin ve şartlar hazırlanmaya başlanmıştır. Ve bu dönemde Osmanlı Devleti, İslâm dünyasının hükümet merkezi olacak bir konuma ve güce sahip olmaya başlamıştır.
Sevgili Peygamberimizin (sav) “Konstantiniye/İstanbul mutlaka fethedilecektir! Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur!”[12] müjdeli ve övgü dolu haberini Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri İstanbul’u fethederek yerine getirmiş ve Allah Resûlü’nün özel duası ve övgüsüyle şereflenmiştir. Abbasilerin yıkılışları ile İstanbul’un fethinden yirmi sene öncesine kadar ki zaman İslâmî idare ve hakimiyet noktasından fetret dönemi yani duraklama ve boşluk dönemi kabul edildiğinden, Osmanlı Devleti Abbasilerin bıraktığı yerden Kur’ân’ın bayraktarlığını devralmış ve istikametle bu şerefli vazifeyi devam ettirmişlerdir. Ve İslâm âleminin başına geçerek yaklaşık beş yüz sene layıkıyla bu vazifeyi yerine getirmişlerdir.
Yine hadîs-i şerîfin hükmüyle, “Eğer istikametle gitse, hilâfet bin seneden ibâret olan bir gün devam edecek. Yoksa yarım gün devam edecek.” İşte aynen Abbâsîler gibi Osmanlılar da yarım gün devam etti. Yani beş yüz sene devam etti. Bu mu‘cize-i Nebeviye pek parlak bir sûrette tezâhür etti.
Yine “Eğer istikametle gitse, hilâfet bin seneden ibâret olan bir gün devam edecek. Yoksa yarım gün devam edecek.” hadis-i şerifinin hükmü ve bildirmesiyle, aynen Abbasîler gibi Osmanlılar da tek başına bin sene olan istikameti muhafaza edemeyip ‘yarım gün’ yani beş yüz sene istikamet üzere devam hüküm süreceklerine işaret edilmektedir. Böylece Sevgili Peygamberimizin (sav) gayba dair hariha bir mucizesi, çok parlak ve net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
İşte hilâfet-i Arabiye tam istikamete mazhar olmadığından, yalnız yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Osmanlı Devleti dahi, tek başıyla âhirlerinde ecnebîlerin ve münâfıkların müdâhaleleri yüzünden tam istikameti muhâfaza edemediği için, o da yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihâdından tam istikamete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.[13]
İşte Arap halifeliği tam istikamet üzere devam edemediğinden özellikle son dönemlerinde siyaset ehlinin istikameti kaybetmesi sonucu yalnız yarım gün olan beş yüz seneyi tamamlayabilmiştir. Osmanlı Devleti de tek başına bin senelik istikameti sağlayamayıp o da yarım gün olan beş yüze İslâm’ın bayraktarlığını yapmayı başarmıştır. Osmanlının son dönemlerinde özellikle ecnebi dinsizlerinin ve münafıkların müdahaleleri sonucunda koca çınar Osmanlı Devleti yıkılmıştır.
Ancak bu izahlardan ümmet-i Muhammed’in (sav) istikamet üzere olmadıkları anlamı çıkmamalıdır. Her ne kadar Abbasi ve Osmanlı Devletleri tek başlarına bin senelik istikameti yerine getirememiş olsalar da bu iki kardeş Arap ve Türk devleti beraberce bin senelik istikameti tam olarak yerine getirmişlerdir. İslâmî esas ve kanunlarla adaletle hüküm sürmüşlerdir. Sevgili Peygamberimizin (sav) haberini ve müjdesini doğrulamışlar, ümmet-i Muhammed’in (sav) istikamet üzere gittiğini göstererek bin sene olan bir günü tamamen almışlardır.
Bu noktadan Hazreti Peygamberin (sav) ümmetinin geleceğiyle alakalı harika bir mucizesinin açığa çıkmasına ve anlaşılmasına da bu iki kardeş devlet vesile olmuşlardır. Evet ümmet-i Muhammed (sav) istikamet üzere bin sene hüküm sürmüştür.
Hâşiye: Hadîsin hükmüyle, hükûmet-i Arabiye beş yüz sene yaşayacak. Halbuki beş yüzden bir mikdar geçer. Bunun sırrı şudur ki: Yezîd, Velîd, Haccâc-ı Zâlim gibi zalemenin ve Ebû Müslim-i Horâsânî’nin tahakkümü ve Emevîlerin inkırâzından sonra Abbâsîlerin tam takarruruna kadar olan zaman hükûmet-i Arabiyenin fetret zamanı sayıldığından, bu fetret zamanı tayyedilmekle tam beş yüz kalır.
Dipnot: Hadis-i şerifin hükmüne göre Arap Devleti beş yüz sene yaşayacağı anlaşılıyor. Halbuki beş yüz seneyi bir miktar geçmektedir. Burara Arap hükümetinden maksat, Abbasi ve Emevi devletleridir. Abbasi Devleti 508 sene, Emevi Devleti ise 90 sene hüküm sürmüştür. Yekünde Arap Hükümeti 598 sene devam etmiş olup hadiste bildirilen 500 senenin üzerinde çıkmaktadır.
Bu meselenin sırrı ve izahı şöyledir: Emeviler zamanının hükümdarları olan Yezîd, Velîd, Haccâc-ı Zâlim gibi zalimlerin halka karşı baskı, ayrımcılık ve zulümleri ile Ebû Müslim-i Horâsânî’nin zorbalıkları yüzünden Emevi Devleti istikamet üzere bir idareyi temin edememiştir.
Hem Emevîler dönemini hem de Emevilerin yıkılmasından Abbasi Devleti’nin tam dizginleri eline almasına kadar ki geçen zamanı (fetret dönemi) çıkardığımız taktirde, Arap hükümetinin yani Abbasi Devleti’nin tam beş yüz sene istikamet üzere İslâm’a ve Kur’ân’a bayraktarlık yaptığı görülecektir.
Özetle; Abbasi Devleti 508 sene, Emevi Devleti 90 sene olmakla toplam Arap Hükümeti 598 sene hüküm sürmüştür.
598 sene – (Yezîd + Velîd + Haccâc-ı Zâlimin zulümlü yılları + Ebû Müslim-i Horâsânî’nin tahakkümü + fetret zamanı) = 500 sene.
Önceki kısmın şerh ve izahı için lütfen bakınız;
https://risale.online/soru-cevap/18-lema-10
[1] Bkz: Birinci ve İkinci Emâre’lerin şerhi.
[2] Ercûze Kasîdesi, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatu’l-Ahzab, (Şazeli cildi),s. 595.
[3] Ercûze Kasîdesi, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatu’l-Ahzab, (Şazeli cildi),s. 596.
[4] “Ey bu zamana yetişen kişi. Sana verdiğim ders ile hıfz duasını et!” ifadesinin Bediüzzaman Hazretlerine olan işaretleri için bkz: 1. Emâre’nin şerhi.
[5] Ebû Dâvud, Melâhim: 18; Müsned, 1:170, 4:193.
[6] Ev kema kal: Söylediği gibi. Söylendiği gibi. Hadis-i şerifi lâfzı ile aynen nakletmekte bir hata olmuşsa, mes'uliyetten kurtulmak için bu kelâm söylenir. “Bu naklettiğim hadisin metninde yanlışım varsa Peygamber (sav) aslında nasıl söylemiş ise aynen onu kastediyorum” demektir.
[7] Ebû Dâvud, Melâhim: 18; Müsned, 1:170, 4:193.
[8] 132/750 yılında kurulan Abbâsî Devleti'nin ilk halifesi Ebü'l-Abbâs es-Seffâh olmuştur. Cengiz Han'ın torunu Hulâgû'nun yönetimindeki İlhanlılar 1258'de Bağdat'ı yakıp yıktılar, Halife Mustasım'ı ve yakaladıkları hanedan üyelerini öldürdüler. Böylece 508 yıllık Abbâsî Devleti son buldu.
[9] Mâide, 5/54.
[10] Ridaniye Savaşı; 22 Ocak 1517 senesinde Osmanlı Devleti ile Memluk Devleti arasında gerçekleşmiştir. Savaşı Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı Devleti kazanmıştır. Memluk ülkesinde yaşayan Abbasi halifesi bu sıfatı devretmiş ve halifelik bundan böyle Osmanlı padişahlarına geçmiştir. Dolayısıyla ilk Osmanlı halifesi de Yavuz Sultan Selim olmuştur. Osmanlı Devleti Türk-İslâm dünyasının yeni lideri hâline gelmiştir. Kutsal emanetler zaferin ardından İstanbul'a getirilmiştir.
[11] Hadis-i şeriften.
[12] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 335; Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, II, 81/1760;
[13] Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s.140