13. Lema'nın 4. İşaretini baştan sona cümle cümle izah eder misiniz?
Dördüncü İşaret: Adem, şerr-i mahz; ve vücûd, hayr-ı mahz olduğuna, ehl-i tahkîk ve ashâb-ı keşif ittifâk etmişler.
Yokluğun tamamen şer olduğuna, varlığın tamamen hayır olduğuna, araştırmacı ve delilleriyle meseleleri ispat eden âlimler; kalp gözü açılmış, maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleriyle görecek seviyeye ulaşmış veliler ittifak etmişler.
Vücut yani varlık, katıksız olarak hayırdır. Çünkü bütün iyilikler ve güzellikler vücuda dayanırlar. İyilikler ve güzellikler ancak bir şey var olduğu takdirde meydana gelir. Manevi güzellikler (Allah’a iman etmek, güvenmek, bütün dertlerde, sıkıntılarda, musibetlerde ve çaresiz kaldığımız konularda Allah’ın sonsuz kudretine dayanmak ve Allah’a ibadet ve dua etmek gibi), ebedi hayatın varlığı (cennet ve cemalullah gibi), sevdiklerimizin varlığı (anne, baba, evlat, peygamber, evliya, dost ve arkadaşlar gibi), gördüğümüz bütün güzellikler (ağaçlar, çiçekler, güzel manzaralar, dağlar, denizler ve yıldızlar gibi), lezzet aldığımız bütün nimetler (yiyecek ve içecekler gibi), sahip olduğumuz bütün his ve duygular (sevmek, gülmek, düşünmek, hayal etmek gibi) şeyler ancak vücut yani var olmakla mümkündür.
Varlığın tam tersi olan adem yani yokluk ise tamamen şerdir. Çünkü yokluk, yukarıda saydığımız bütün güzelliklerin ve hayırların yok olması anlamına gelmektedir.
Evet ekseriyet-i mutlaka ile hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücûda istinâd eder ve ona râci‘ olur. Sûreten menfî ve ademî de olsa, esası sübûtîdir ve vücûdîdir.
Hayırlar, iyilikler ve güzellikler çoğunlukla varlığa dayanır, bir şeyin yapılmasıyla mümkündür. Mesela ağaçların meyve vermesi; toprağın, tohumun, suyun, güneşin, havanın vb. şeylerin varlığıyla mümkündür. Ya da bir kişinin dinini öğrenip yaşamaya başlaması; ancak kitap ve peygamberin gönderilmesi ve dinin öğrenilmesine vesile olacak okul, cami ve medrese gibi eğitim kurumlarının olmasıyla mümkündür.
Hayrın sureten menfi ve ademî olması: Bazen hayırlı bir şey, yıkmak, bozmak, yok etmek ve şer gibi görünebilir. Böyle de görünse, dikkat edilince onun bozmak değil yapmak olduğu, şer değil hayır olduğu görülür. Bunlar her ne kadar bir şeyi yapmamak veya yok etmek gibi görünse de işin hakikatinde bir vücudu ve güzelliği muhafaza etmek ve devam ettirmek anlamındadır.
Mesela, kangren olmuş bir parmağı kesmek, ilk bakışta vücutta bir bozulma, eksilme ve yok olma gibi görünür. Gerçekte ise, onu kesmekle bütün vücut ve hayat varlıkta kalmış olur. Yani parmağı kesmek esasen yokluğa değil, varlığa hizmet eder. Mesela, yurdu istila eden düşmanlarla savaşıp onları öldürmek, bir yıkım gibi görünürken; aslında bütün bir milletin, hayat, namus, şeref ve mülkiyet gibi çok hayatî haklarının kaybolmasını engelleyerek, şerre değil hayra, yokluğa değil varlığa hizmet etmiş olur.
Mesela kısasta[1] biri öldürülüyor. Görünüşte birinin dünya hayatına son vermektir. Fakat “Kısasta hayat vardır.”[2] Kısasın uygulanmasıyla kan davalarının önüne geçilmiş olur. Böylelikle pek çok masumun canı kurtulmuş olur. Öldürmeye teşebbüs eden kişi, kendisinin de öldürüleceğini düşünür. Bu düşünce başkasını öldürmekten vazgeçmesine sebep olur. Bu hüküm hem kendi hayatının hem de öldüreceği kişinin hayatının kurtuluşuna vesile olur.
Farklı bir misal olarak; mü'minin günahlara girmemesi, günah işlemek için bir eylem ve fiilde bulunmaması, hiçbir şey yapmaması, hareketsiz kalması, görünüşte herhangi bir şey yapmamaktır. Bu durum bir çeşit yokluk olarak gözükür. Fakat mü'minin o hareketsizliği, hayrı ve sevabı netice verdiği için hakikatte varlığa ve vücuda hizmet eder. O günahı işlememek; o kişiyi cehennemden kurtarıp, kişiye saadeti, huzuru ve ebedi bir vücut olan cennet hayatını kazandırır.
Dalâlet ve şerler ve musibetler ve ma‘siyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası ve mayası; ademdir, nefiydir. Onlardaki fenâlık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendân sûret-i zâhiriyede müsbet ve vücûdî de görünseler, esasları ademdir, nefiydir.
Küfür, inkâr, dalâlet denilen doğrudan ve haktan ayrılma, şerler, kötülükler, musibet denen sıkıntı veren şeyler, günahlar ve belalar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ve özü yokluktur ve inkârdır.
Onlardaki fenalık ve çirkinlik ademden yani bir şeyin olmamasından kaynaklanır. Mesela vücudun olmaması, hayatî organlardan biri olan kalbin olmamasıyla veya inkârın olması teklif edilen imanın kabul edilmemesiyle mümkündür.
Bazen şerler ve kötülükler, müsbet ve bir şeyi yapmak gibi görünse de esasları itibariyle yokluktur ve inkârdır. Cümlede geçen musibet ve belaların çirkinliği ifadesini yanlış anlamamak gerekir. Musibetler ve belalar sabredildiği takdirde kişiyi gafletten uyandırır. Dünyanın fani olduğunu hatırlatıp ahirete yönelmeye, ihlasla ibadet etmeye ve günahların affına vesile olur. Bu yönüyle bakıldığında musibet ve belalar, ahiret hayatını kazanmaya vesile olduklarından şer değil, hayırdırlar.
İfadede geçen musibet ve belaların çirkinliğini ise iki noktada anlayabiliriz.
1- Asıl musibetin zararlı musibetin dinî musibetler olduğu düşünülmelidir. Dini musibetler; kişinin yapması emredilen “iman, namaz, oruç, zekât, doğru konuşma” gibi emirleri yapmaması veya yasaklanan “inkâr, şirk, isyan, içki, zina, faiz, gıybet, yalan” gibi günahları işlemesidir. Çünkü bu emir ve yasaklara uymamak ebedi ahiret hayatının mahvolmasına ve kişinin cehenneme gitmesine sebep olur. Bu yönüyle dinî musibet ve belalar her cihetle şer ve çirkindir.
2- Bela ve musibetler bir vücudun ortadan kalkmasıyla meydana gelir. Vücudun ortadan kalkması ise insana bakan yönü itibariyle çirkindir. Yoksa onun Allah’ın yaratmasına bakan yönü, bütünüyle hayır ve güzeldir. Mesela hastalık sıhhatin ortadan kalkmasıyla meydana gelir. Sağlığın veya sağlığa vesile olan şeylerin ortadan kalkması, var olan bir şeyin yok olması, bir musibeti meydana getirdiğinden bize göre çirkindir. Veya deprem gibi belalar; hayatın afiyetle devam etmesine sebep olan düzenin ve intizamın ortadan kalkması, evlerin yıkılması, malların zarar görmesi ve hayatların son bulması gibi bazı sonuçları meydana getirdiğinden bize göre çirkindir. Yoksa neticeleri itibariyle bunlar zaten güzeldir.
Şerrin sureten müsbet ve vücudi görünmesi;
Şerler ve günahlar tahrib, bozmak ve yıkmak olduğu için, bunlar bir şeyi yapmak ve var etmek gibi görünse de sonuçları itibariyle ademdir, yokluktur ve bozmaktır. Mesela yapılan bir içki fabrikası, bir şey yapmak ve birilerine iş imkânı sağlamak gibi görünse de sonuçları itibariyle ailelerin dağılmasına, insanların birbirini öldürmesine, kazalara ve kişinin cehenneme gitmesine sebep olduğu için ademî olur, bozmak ve yok etmek olur.
Şer ve dalalet yolunda gidenler, insanlığı bozmak için birçok plan, program ve organizasyonlar yaparlar. Mesela gazete, radyo ve televizyon gibi medya araçlarıyla çok büyük paralar harcayarak büyük bir faaliyette bulunurlar. Bu faaliyetler görünüşte bir şey vücuda getirmek, oluşturmak ve yapmak gibi görünse de aslında ifsat ve bozmak amaçlı olduğu için esası ademdir, yok etmek ve bozmaktır. Çünkü bu faaliyetler insanlığı haram ve günahlara, boşluğa, karmaşaya ve huzursuzluğa sürükler. Ebedi bir cennet ve saadet yerine ebedi bir cehennemi netice verdiği için şerdir.
Hem bilmüşâhede sâbittir ki, bina gibi bir şeyin vücûdu, bütün eczâsının mevcûdiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harâbiyeti ve ademî ve inhidâmı, bir rüknün ademîyle hâsıl olur.
Bina gibi bir şeyin yapılması, gerekli olan bütün şartların bir araya gelmesiyle mümkün olduğuna her zaman şahit olmaktayız. Bir binanın yapımında pek çok şart gerekli olup bir şartının eksik olmasıyla o bina yapılamadığı gibi, aynı binanın yıkılması, harab olması ve yok olması da bir tek şartının olmamasıyla mümkündür. Mesela binanın sadece bir direğinin ortadan kaldırılması bile, o binanın yıkılması için yeterli bir sebeptir. Yine demir gibi temel bir maddenin veya ustanın yokluğu da o binanın meydana gelmemesi için yeterlidir.
Hem vücûd, herhalde mevcûd bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinâd eder.
Bir şeyin vücûda gelmesi ancak var olan bir sebeple mümkündür. Bir işin olması o işi yapan bir kişinin olmasıyla, bir sanatın varlığı o sanatı yapan sanatkârın varlığıyla mümkündür. Mesela bir masanın yapılması masayı yapacak olan marangozun, bir resmin varlığı ise ancak onu çizen bir ressamın varlığıyla olabilir. Ressam ve marangoz olmadığı taktirde resmin ve masanın meydana gelmesi de mümkün değildir.
Adem ise, ademî şeylere istinâd edebilir. Ademî bir şey, ma‘dûm bir şeye illet olur.
Adem, yokluk, madûm ise var olmayan, varlık sahasına çıkmayan anlamındadır.
Yokluk, olmayan şeylere dayanır. Olmayan ve varlık sahasına çıkmayan bir şey için bir fiile veya harekete ihtiyaç yoktur. Herhangi bir şey yapmamak bir şeyin var olmaması için yeterlidir. İşi yapan bir failin veya sanatı yapacak bir sanatkarın olmaması, bir fiilin veya sanatın olmamasına sebeptir. Mesela bir kişinin namaz kılmaması için herhangi bir harekette bulunmasına gerek yoktur. Onun hareketsizliği namaz kılmaması için yeterlidir.
İşte bu iki kaideye binâendir ki, şeytân-ı cin ve insin kâinâttaki müdhiş âsâr-ı tahrîbkârâneleri ve envâ‘-ı küfür ve dalâleti ve şürûr ve mehâliki yaptıkları halde, zerre mikdar îcâda ve hilkate müdâhaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlâhîde bir hisse-i iştirâkleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atâlettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar. Yani şerler oluyorlar.
Yukarda bahsedilen “Bir şeyin vücûda gelmesi ancak var olan bir sebeple mümkün iken bir şeyin olmaması için herhangi bir fiile veya şeye ihtiyaç yoktur.” kaidelerine binaen, cinlerden ve insanlardan olan şeytanlar, kâinatta büyük yıkımlara ve çeşitli inkâra, küfre, sapkınlıklara ve şerlere sebep oluyorlar. Fakat yine de bir şeyi yoktan meydana getirme ve yaratılış cihetinde en ufak bir müdahaleleri olmadığı gibi; Allah’ın mülkü olan kâinatta en ufak bir ortaklıkları da yoktur. Hem sebep oldukları o şerleri ve yıkımları, bir güç ve kuvvetle yapmıyorlar. Aslında onların çok işleri, bir güç ve kuvvetle ve bir fiil ile değil, belki yapılması gereken şeyleri yapmamak ve terk etmekledir. Hayrı yaptırmamakla şerlere sebep oluyorlar. Mesela şeytan vesvesesiyle zekât ve sadaka gibi güzel işlere engel olup toplum hayatındaki yardımlaşma, dayanışma, muhabbet, hürmet ve merhamet gibi hayırların yapılmamasına sebep olur. Bu da pek çok toplumsal ihtilal, karışıklık ve düzensizlik gibi şerleri netice verir.
Çünki mehâlik ve şürûr, tahrîbât nev‘inden olduğu için, illetleri, mevcûd bir iktidar ve fâil bir îcâd olmak lâzım değildir. Belki bir emr-i ademîyle ve bir şartın bozulmasıyla, koca tahrîbât olur.
Çünkü zararlı ve tehlikeli işler ve şerler, yıkmak ve bozmak cinsinden olduğu için, bu olayların illetleri yani asıl sebepleri, bir güç ve kuvvete veya bir fiil ve faile dayanmak zorunda değildir. Genellikle herhangi bir şey yapmamakla veya olması gereken bir şartın terk edilip yapılmamasıyla o koca tahribat ve yıkım meydana gelir.
Mesela kişinin yaşamının sona ermesi için yeme içme faaliyetini yapmayıp terk etmesi, ibadet yapmaması için herhangi bir harekette bulunmayıp tembellik yapması yeterlidir. Yine büyük bir ticaret gemisinin batması için, kaptanın görevini yerine getirmemesi yani dümene müdahale etmeyerek hareketsiz kalması yeterlidir. Bu durum pek çok kişinin ölüp mallarının telef olmasına, bu mallardan faydalanacak kişilerin mahrum kalmasına, maddi ve manevi çok zararların meydana gelmesine sebep olmaktadır.
Veya büyük bir bahçenin vücuda gelip meyve vermesi için bütün şartlar yerine getirildiği halde bahçeyi sulaması gereken şahsın herhangi bir harekette bulunmayarak su kanalını açmaması o bahçenin kuruması veya meyve vermemesi için yeterlidir. Bu durumda pek çok ağaç kuruyacak, emekler boşa gidecek ve beklenen ürünler elde edilemeyecektir.
İşte bu sır, Mecûsîlerde inkişâf etmediği içindir ki; kâinâtta “Yezdân” nâmıyla bir hâlik-ı hayır, diğeri “Ehrimân” nâmıyla bir hâlik-ı şer i‘tikād etmişlerdir.
İşte yukarda bahsedilen “Şerlerin meydana gelmesi herhangi bir fiile ve kuvvete ihtiyaç yoktur.” sırrı, ateşe tapan Mecusilerde anlaşılmadığı için; kâinatta “Yezdan” ismiyle hayırları ve iyilikleri yaratan, diğeri “Ehriman” ismiyle şerleri ve kötülükleri yaratan ayrı bir ilahın varlığını kabul etmişlerdir.
Halbuki onların “Ehrimân” dedikleri mevhûm ilâh-ı şer, bir cüz’-i ihtiyârîyle ve îcâdsız bir kesble şerlere sebebiyet veren ma‘lûm şeytandır.
Halbuki Mecusilerin, “Ehriman” dedikleri şerleri yaratan bir ilah gerçekte yoktur. Gerçekte ilah sandıkları şey; cüz’î ve basit bir iradeye sahip olan, hiçbir şeyi yaratamayıp sadece bir işi gerçekleştirmek için bir şeye yönelme manasına gelen kesble[3] şerlere sebebiyet veren bilinen şeytandır.
İşte ey ehl-i îmân! Şeytanların bu müdhiş tahrîbâtına karşı, sizin en mühim kuvvetli silâhlarınız ve cihâzât-ı ta‘mîriyeniz, istiğfârdır ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ demekle Cenâb-ı Hakk’a ilticâdır. Ve kal‘anız, sünnet-i seniyedir.[4]
İşte ey müminler! Şeytanların bu dehşetli yıkımlarına ve zararlarına karşı, sizin en mühim ve kuvvetli silahınız ve bu şerleri tamir edecek âletleriniz, istiğfar denen Allah’tan bağışlanmayı isteme ve “Allah’a sığınırım” demekle Allah’a yönelmektir. Yani O’nun emir ve yasakları doğrultusunda yaşamaktır. Kaleniz ise Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesinin ölçüleriyle hareket etmektir.
3. İşaretin izahı için lütfen bakınız;
https://risale.online/soru-cevap/13-lema-5
[1] Kısas: Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.
[2] Bakara, 2/179.
[3] Kesb: Kulun kudret ve iradesini bir fiile sarf etmesine denir. Ehl-i Sünnet'e göre Allah, kuldan meydana gelen fiili ve kulun o fiile olan kudretini yaratır. İnsan ise bu fiilde dilediği gibi tasarruf ederek; onu hayır veya şer fiiline yönlendirir. Böylece sevap veya günah kazanır. Bu şekilde, fiillerinin meydana gelmesinde insanın oynadığı role "Kesb" denir. Kesb; insanın kendi iradesinin işlediği fiil üzerindeki etkisiyle, sorumluluğa sebep olan yönelişine verilen isimdir.
Bu izahlar doğrultusunda insan cüz-i ihtiyari ile bir şeyi diler, Allah sonsuz kudretiyle o fiili yaratır. İsteyen, dileyen kul olduğu halde yaratan Allah, kesb eden ise kuldur, deriz. Onun için mesuliyeti de kul çeker. Bu hususta Kader Risalesinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “İrâde-i cüz’iye-i insaniye (insanın cüzî iradesi) ve insanın cüz’-i ihtiyârîsi çendân (gerçi) zaîftir (zayıftır), bir emr-i i‘tibârîdir (gerçekte varlığı olmayıp var kabul edilen iş). Fakat Cenâb-ı Hakk ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î irâdeyi, irâde-i külliyesinin (Allah’ın iradesi) taallukuna (yönelme ve alakadar olma) bir şart-ı âdî yapmıştır. Yani ma‘nen der: “Ey abdim! İhtiyârınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise, mes’ûliyet sana âittir!” Teşbîhte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bıraksan, “Nereye istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istese, sen de götürsen, çocuk üşüse veyahut düşse, elbette “Sen istedin” diyerek itâb edeceksin (azarlayacaksın). Ve onun yüzüne bir tokat vuracaksın.”