Soru

Allah'ın İlim, Hikmet ve İradesinin Yirmi Tarzda Görünmesi

"... Ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikati..." (Osmanlıca Asay-ı Musa sayfa 96).  Bu cümlede anlatılmak istenen yirmi cihet nelerdir?

Tarih: 16.01.2023 00:31:36
Okunma: 420

Cevap

Yüce rabbimiz bütün varlıkları özellikle hayat sahibi varlıkları kendi pek çok isim ve sıfatını gösterecek şekilde yaratmıştır. Her bir varlık Rabbimizin en az yirmi isim ve sıfatını gösterir.

Meselâ, hayat bir cisme bir bedene girdiği vakit, 

1-Başta o şeyin yaratılması için Hâlık (Yaratan) isminin tecelli etmesi lazım.

2- Sonra Hakîm (her şeyi pek çok faydalarla yaratan) ismi tecelli eder. Onun yaşayacağı cesedi veya yuvayı ona fayda sağlayacak şekilde yapar.

3- Sonra Kerîm (lutuf ve cömertlik sahibi) ismi tecellî eder. Onun oturacağı cesedi, ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tertip eder.

4, 5-Sonra Rahmân, Rahîm isimleri orda tecelli eder. O hayatın devamı için her türlü ihsanlarda (iyiliklerde) bulunur.

6- Aynı zamanda Rezzâk ismi orda tecelli eder. O hayatın devamı ve mükemmelleşmesi için gerekli olan maddi ve manevi rızıkları yetiştirir.

7,8,9,10- Hayat sahibi o şey belli bir ölçü ve miktar ile yaratılır ki bunun için onda Musavvir (şekil veren), Mukaddir (her şeyi belli bir ölçü ile belirleyen), Munazzım (düzenleyen), Mürebbi (terbiye eden) isimleri tecelli eder.

11-Eşyanın yaratılması, hikmetlerle donatılması, ona layık aza ve rızkın verilmesi için bilmek gerekir. Bu da Alîm isminin orda tecelli etmesini gerektirir.

12,13- Hayat sahibi o varlığın süslü ve zînetli bir şekilde yaratılması onda Sâni' (sanatla yaratan) ve Bârî (ölçülü ve düzgün yaratan) isimlerinin tecelli ettiğini gösterir.

14,15,16,17,18,19,20,21- Daha “Kadîr, Mün'im, Muhsin, Kuddûs, Cemîl, Latîf, Vedûd ve Kayyûm” gibi Allah’ın pek çok ismi o eşya üzerinde tecelli edip görünür.

“Sâni‘-i Zülcelâl bütün masnûâtını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserîsi hususan zîhayat kısmı çok esmâ-yı İlâhiyeyi okutturur. Güya her bir masnûuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş. Yirmi perdeye sarmış. Her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış. Meselâ, temsîlde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle insanın kısm-ı sânîsinden bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde çok sahîfeler vardır. Başka büyük ve küllî masnûâtı o iki cüz’î misâle kıyâs et. 

Birinci sahîfe: Umûmî şekil ve mikdarını gösteren hey’ettir ki, ‘Yâ Musavvir! Yâ Mukaddir! Yâ Munazzım!’ isimlerini yâd eder.

İkinci sahîfe: Sûretlerinden ayrı ayrı a‘zâların inkişâfıyla hâsıl olan çiçek ve insanın basit hey’etidir ki, o sahîfede Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Üçüncü sahîfe: O iki mahlûkun ayrı ayrı a‘zâlarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet vermekle o sahîfede Sâni‘, Bâri’ isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Dördüncü sahîfe: Öyle bir ziynet ve hüsün, o iki masnûa veriliyor ki, güya lütuf ve kerem tecessüm etmiş. Onlar olmuş. O sahîfe ‘Yâ Latîf! Yâ Kerîm!’ gibi çok isimleri yâd eder, okur. 

Beşinci sahîfe: O çiçeğe lezîz meyveler, o hasnâya sevimli evlâdlar, güzel ahlâklar takmakla o sahîfe ‘Yâ Vedûd! Yâ Rahîm! Ya Mün‘im!’ gibi isimleri okutturuyor.

Altıncı sahîfe: O in‘âm ve ihsân sahîfesinde, ‘Yâ Rahmân! Yâ Hannân!’ gibi isimler okunuyor. 

Yedinci sahîfe: O ni‘metlerde, o neticelerde öyle lemeât-ı hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakîkî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve sâfî bir muhabbete lâyık olur. O sahîfede ‘Yâ Cemîl-i Zülkemâl! Yâ Kâmil-i Zülcemâl!’ isimleri yazılı okunuyor. İşte yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve zâhir sûretinde bu kadar esmâyı gösterir ise, acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcûdât ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyâs edebilirsin. Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letâif sahîfeleriyle Hayy, Kayyûm ve Muhyî gibi ne kadar esmâ-yı kudsiye-i nûrâniyeyi okur ve okutturur, kıyâs edebilirsin.”[1]

Hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyûm’u bütün esmâ ve şuûnâtıyla bildirir. Çünki hayat, pek çok sıfâtın memzûc bir ma‘cunu hükmünde bir ziyâ, bir tiryâktır. Elvân-ı seb‘a ziyâda ve muhtelif edviyeler tiryâkta, nasıl ki mümtezicen bulunur. Öyle de hayat dahi, pek çok sıfâttan yapılmış bir hakîkattir. O hakîkatteki sıfatlardan bir kısmı duygular vâsıtasıyla inbisât ederek inkişâf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise, hissiyât sûretinde kendilerini ihsâs ederler. Ve hayattan kaynama sûretinde kendilerini bildirirler. Hem hayat, kâinâtın tedbîr ve idaresinde hükümfermâ olan rızık ve rahmet ve inâyet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ, hayat bir cisme bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecellî eder. Hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzîm eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecellî edip, meskenini hâcâtına göre tertîb ve tezyîn eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsânlarla taltîf eder. Yine aynı halde Rezzâk isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekāsına ve inkişâfına lâzım maddî, ma‘nevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde iddihâr ediyor. Demek, hayat bir nokta-i mihrâkiye hükmünde, muhtelif sıfât birbiri içine girer. Belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkezâ. İşte hayat, bu câmi‘ mâhiyeti i‘tibâriyle şuûn-u zâtiye-i Rabbaniyeye aynadârlık eden bir âyîne-i samediyettir.

İşte bu sırdandır ki, Hayy-ı Kayyûm olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd, hayatı pek çok kesretle ve mebzûliyetle halk edip, neşir ve teşhîr eder. Ve her şeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki hayatın vazîfesi büyüktür. Evet, samediyetin aynası olmak kolay bir şey değil, âdî bir vazîfe değil. İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücûda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd ve Hayy-ı Kayyûm’un vücûb-u vücûdunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esmâ-yı hüsnâsını, lemeâtın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabûl etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyâyı inkâr etmeye mecbûr oluyor. Öyle de, Hayy-ı Kayyûm, Muhyî ve Mümît olan Şems-i Ehadiyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü, belki mâzî ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücûdunu inkâr etmeli. Ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp câmid bir câhil-i echel olmalı.”[2]

 

[1] Sözler, 32. Söz 3. Mevkuf, sh 300.

[2] Mektubat 2, 33. Mektub, 23. Pencere, sh 366.


Etiketler

Alâkalı Sorular

Yorum Yap

Yorumlar