Hafız Ali Abinin Üstad'ın yerine vefatı ile ilgili sorulan başka bir sorunun izahında şöyle bahsetmişsiniz; “Hafız Ali Abi ömrünü feda etmese idi, Bediüzzaman Hazretleri’nin 1944 yılında Denizli Hapsinde vefat edeceği Allah’ın ilminde mevcut idi. Bunun yanında Allahu Teala Hafız Ali abi’nin ömrünü feda edeceğini ve bu sebeble Bediüzzaman’ın 1960’a kadar yaşayacağını da biliyordu. Binâenaleyh burada yüce Allah'ın hüküm ve irâde ettiği, Hafız Ali Abinin fedakarlığı sayesinde Bediüzzaman’ın 1960’a kadar yaşamasıdır. Allah u Teala, on altı senelik bir fazlalığı Hâfız Ali Abinin ömründen feda etmesi şartıyla takdir etmiştir.”
Yani bir insan başka bir insana nasıl fazlalık diyerek ömründen bağış yapabilir? Bu kesinlik ifade eden bir bilgi olabilir mi? Keramete inanıyoruz fakat bu durumun keramet kapsamında dahi değerlendirilmesi ne kadar mümkündür? Zira bunun sadece Allah'ın ilminde olan bir bilgi olduğunu bilmekteyiz.
Öncelikle “Bir insanın bir insana ömründen vermesi nasıl olabilir?” sorusuna değinelim. Buna göre bir kimsenin kendi ömründen başka birine ömrüne bağışlaması, vermesi dinimizde var olan bir şeydir. Nice mübarek zatların başkası adına vefatı, hasta olması ya da ömründen vermesi vakıaları mevcuttur. Nitekim bu fedakarlığı ilk yapan kişi Hz. Âdem (a.s) ’dır. O ömründen 40 yıl Hz. Davud’a (a.s) vermiştir. İlgili kıssa şöyledir;
Allah Teâlâ Hz. Âdemi yaratınca kıyamete kadar gelecek çocuklarını ona gösterdi. Hz. Âdem (a.s.v) bunlar arasında nûrlu birini görünce; “Ey Rabbim bu benim evlâdımdan hangisidir?” dedi. Allahü Teâlâ buyurdu ki: “O senin oğlun Dâvûd’dur.” Âdem aleyhisselâm; “Onun ömrü ne kadardır?” dedi. Allahü teâlâ; “Altmış senedir” buyurdu. “Onun ömrünü ziyâdeleştir” deyince, Allahü teâlâ; “Hayır, ancak sen onun ömrünü artırırsan (kendi ömründen bağışlarsan) olur” buyurdu. Âdem aleyhisselâmın ömrü 1.000 sene idi. Ömründen 40 senesini Dâvûd aleyhisselâma bağışladı. Böylece bu bağışı yazıldı ve melekler de şâhid kılındı. Âdem aleyhisselâmın ömrü bitip eceli gelince, melekler rûhunu kabzetmeye geldiler. Âdem aleyhisselâm; “Daha ömrümden 40 sene var” dedi. Melekler; “Sen ömründen o 40 seneyi evlâdın Dâvûd için hibe etmiştin, bağışlamıştın.” dediler. Âdem aleyhisselâm (unuttuğu için); “Ben böyle bir bağış yapmadım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın bağışladığının yazılı olduğu kitabı ona indirdi ve melekleri de şâhid olarak bulundurdu. Sonra Âdem aleyhisselâmın ömrünü 1.000 seneye Dâvûd aleyhisselâmın ömrünü de 100 seneye çıkardı.”[1]
Bir kişinin ömründen başka bir kimseye vermesi bilinen bir hadisedir. Bu bir dua ile gerçekleşir. "Büyük zatlar İslâmiyet'e hizmet gayesiyle bu gibi dualarda bulunmuşlardır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri ömrünün sekiz yılını kendisinden daha faideli olacağına inanarak Hüsrev Efendiye vermiştir. Şöyle ki; Bediüzzaman Hazretleri Hüsrev Efendinin ömründen kendine vermek istemesi üzerine şöyle buyurmuştur; “Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddî istiyor. Ben de derim: Te’lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi Hizmet-i Nûriye’de benim bu azablı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.”[2]
Bediüzzaman Hazretleri’nin üstteki mektubu, aslında mühim bazı işâretleri ihtivâ ediyordu. Hazret-i Üstad kendi vazifesi olan risale te’lifinin sona erdiğini, risaleleri neşretme hizmetinde ise Risale-i Nur Gül Fabrikası’nın serkâtipliğine mânen tayin olunan Hüsrev Efendi’nin kendisinden daha faideli hizmetler yapabileceğini ve eğer elinden gelse Hüsrev Efendi’ye hayatından vereceğini beyan buyuruyordu. Hüsrev Efendi’nin yakın talebelerine bildirdiğine göre Hazret-i Üstad ömrünün sonunda bu kalbî arzusunu yerine getirmiş ve Hüsrev Efendi’ye ömründen sekiz senesini vererek âhirete öyle gitmiştir.[3]
Diğer sorunuz ise bunun nasıl bilinebildiğidir ki bizler bunu Bediüzzaman Hazretleri’nin kendi ifadelerinden ve Risale-i Nur’da geçen ifadelerden biliyoruz. Şöyleki;
Hazret-i Üstad tarafından kendine Nur Fabrikasının sahibi lakabı verilen Häfiz Ali Efendi, Erkân-ı Sitte namındaki en öndeki altı talebeden biriydi. 1935 Eskişehir ve 1944 Denizli Hapislerinde hapis yatmıştır. Denizli Hapsinin altıncı ayında, Bediüzzaman Hazretleri ve Hüsrev Etendi ile birlikte kendisine de zehir verildi. İkisi bu zehirden kurtulmasına rağmen Hâfiz Ali Efendi zehrin tesirinden kurtulamayarak kaldırıldığı hastanende vefat edip hakka hizmet uğruna ruhunu feda eden şehitler kervanına katılmıştır.
Hafzı Ali Abi’nin vefatı ile ilgili Bediüzzaman Hazretleri; "Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler ve Nur'un şehid kahramanı merhum Hafız Ali benim bedelime hastaneye gitti ve benim yerimde berzah alemine seyahat eyledi, bizi me'yusane ağlattırdı.”[3] buyurmuştur.
Başka bir yerde ise “Ben merhum Hâfız Ali'yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazan böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti.”[4] buyurmuştur.
Yine Hafız Ali Abi’nin Üstad Bediüzzaman’ın yerine vefatından bahsettiği yerlerden birinde Üstad, bunun önceden beri yaşanan bir hadise olduğunu henüz ölmeden önce Hafız Ali Abi’ye şöyle bildiriyor: “Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi hârika fedakârlık gösteren zâtlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.”[5]
Yine Bediüzzaman Hazretleri bu konu hakkında şöyle demiştir; “Benim bedelime şehid olacağını hissetmiş. Kuvvet-i ihlasın kerameti olarak haber veriyor. Haber verdiği gibi şehid oldu.”[6]
Hüsrev Üstadımız ise şöyle demiştir; “Saadete ulaşmakta Hüsrev'e takaddüm ederek (öne geçerek) şu haşiyenin ihbarı olan hakikati üstadına bedel başını vermekle kahramanlık göstermiştir. Hüsrev”[7]
Bütün bu parçalar Hafız Ali Abi’nin Bediüzzaman Hazretleri’nin bedeline şehid olduğunu anlatmaktadır. Malum olduğu üzere Allah’ın veli kulları bazı haller ile bu hadiseleri bilebilirler. Sizin bahsettiğiniz cevapta ifade edilen bu sözler Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği bilgiler ışığında ifade edilen hakikatlerdir. Elbette bu hakikatlere bizim kendi bilgimiz ile ulaşmamız mümkün değildir.
[1] BKZ; Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm es-Sa‘lebî en-Nîsâbûrî, el-Keşf ve’l-beyân ʿan tefsîri’l-Ḳurʾân (et-Tefsîrü’l-kebîr, Tefsîrü’s̱-S̱âleb, sf: 36; es-Sa‘lebî, ʿArâʾisü’l-mecâlis: Ḳıṣaṣü’l-enbiyâʾ, Kahire 1301, S.36; İbn Hanbel, no: 2708; Taberi, Tarih, 1/156; İbnu’l-esir, el-Kamil fi’t-tarih,1/47).Tirmizî, Kur'anı Tefsiri, Bab 8, Hadis no: 3076
[2] Said Nursi, Emirdağ Lâhikası-1, s. 139
[3]Hayrât Vakfı Arşivi
[3] Said Nursi Lem'alar, s. 278
[4] Said Nursi, Şualar, s. 401
[5] Said Nursi, Şualar, s. 367
[6] Said Nursi, Barla Lahikası, s. 11
[7] Tevafuklu 25. Söz, s. 94