Ulûm-u imâniye, lügat anlamı olarak, iman esaslarını konu alan ilimler demektir. İbadat, muamelat, ukubat gibi, amellere yönelik olan değil, doğrudan doğruya iman ve akideye yönelik olan ilimlerdir. Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini, meleklerin varlığını, semavi kitapları ve Kur’ân’ın kelamullah olduğunu, peygamberlik müessesesini ve Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini, haşrin ve kaderin varlığını, aklî ve naklî delillerle isbat eden ilimlerdir.
Tefsir, hadis, tasavvuf gibi ilimlerde bu tarz imanî mevzular işlense de, bu meseleyi esas itibariyle konu alan saha, kelâm ilmidir. Kelâm ilmi, iman eseslarını çeşitli metotlarla ispat eder. İman olmadan tefsir, fıkıh, hadis gibi ilimlerin ehemmiyeti olamayacağı için, İslam âlimlerimiz kelâm ilmine “eşrefü’l-ulûm” yani ilimlerin en şereflisi adını vermişlerdir.
Bir işin nasıl yapılacağı mı yoksa neden yapılacağı mı önemlidir diye sorulduğunda, öncelikle neden yapılacağının anlaşılması daha doğru olacaktır. Bunu şöyle bir misalle akla yaklaştırabiliriz: Mesela bir öğrenci, yaşadığı bir kısım ekonomik sıkıntılardan dolayı, okuyup iyi bir iş sahibi olmayı hedeflemiş olsun. Bu öğrenci neden ders çalışması gerektiğini zihninde oturtmuş demektir. Bu sebeple, nasıl ders çalışması gerektiğini bir şekilde çözecek ve başarılı olacaktır. Fakat, ailesi tarafından ders çalışabilmesi için bütün şartlar yerine getirilmiş, bütün imkanlar sağlanmış hatta dershane, özel öğretmen gibi hususlar da düşünülmüş olan bir öğrenci, neden ders çalışması gerektiğini kendi iç dünyasında çözemezse, maalesef bu imkanlar bir işe yaramaz.
Bu misalde olduğu gibi, bir kişi nasıl namaz kılması gerektiğini çok iyi bilmesine rağmen eğer namaz kılmaya başlayamıyorsa, bunun sebebi niçin namaz kılması gerektiğini tam sindirememesidir. İşte tam da burada iman esasları devreye girer. Çünkü Allah’ın ve ahiret gününün varlığına, gözüyle görmüş gibi iman eden bir insan, hangi şartlar altında olursa olsun o namazı mutlaka kılacaktır. Sahip olduğu iman, o kişiye bu ameli yaptıracaktır. Fakat imanda zayıflık varsa, ameller de eksik kalacaktır.
Asrımızda, bu imanî dersler en güzel bir şekilde Risâle-i Nur Külliyatında izah edilmiştir. Fen ve felsefeden gelen bütün imanî suallerin cevaplarını Nur derslerinde bulmak mümkündür. Bu sebeple, iman ilimlerinde kendimizi yetiştirmek istiyorsak, Risâle-i Nur’dan mutlaka günlük belirli bir istifademiz olmalıdır.
Bu meselenin ehemmiyetini Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle görüyoruz. Nisa suresinin 136. ayetinde Rabbimiz;
“Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlüne ve peygamberine indirdiği Kitâb’a ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin!”
buyuruyor. Çok dikkat çekicidir ki, ayet iman edenlere hitap etmesine rağmen, “iman edin” diyerek bitiyor. Bazı tefsirlerde bu ayet, “imanda sebat ve devam etmek, şüphelerin ortadan kaldırılarak kalbin tam tatmin olması, sağlam ve tahkiki bir imanı elde etmek için gayret içinde olmak” şeklinde izah edilmektedir.
Ayrıca, kişinin ailesinden ve yakın çevresinden taklit yoluyla öğrendiği, delile ve araştırmaya dayanmayan imana “taklidî iman” denir. Böyle bir iman kuvvetli olmayıp şüphelere çabuk mağlup olabilir. “Tahkîkî iman” ise delil ve araştırmalar sonucunda kazanılan kuvvetli imana denir. Böyle bir iman kolay kolay şüphelere mağlup olmaz. Kur’an’ın bizden istediği iman da aslında böyle bir imandır. Kelâm alimleri, taklidî imanın sahih olduğunu fakat bu iman sahiplerinin imanlarını kuvvetlendirmezlerse günahkâr olacaklarını söyleyerek, tahkîkî imanın farz olduğunu vurgulamşılardır.
Bizler meyveye, tatlıya her zaman ihtiyaç hissetmeyebiliriz. Fakat ekmeğe her gün ihtiyaç duyarız. Çünkü ekmek bizim için temel gıdadır. İman ilimleri de bizim için temel gıda değerinde olduğu için, her gün belirli bir program çerçevesinde bu ilmi tahsil etmeliyiz. Buna bir vesile olarak Risale-i Nur’dan mütalaa yapmayı, kendimize âdet edinebiliriz. Cenab-ı Hakk bizleri Risale-i Nur’dan azami derecede istifade edip imanını kuvvetlendiren kullarından eylesin. Amin.