Üstad Bediüzzaman Hazretleri tefâniyi şöyle tanımlamaktadır:
"Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fena fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani birbirinde fâni olmaktır. Yani kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır."1
Tasavvuf ehli yani sûfîler arasında “fenâ fi’ş-şeyh” (şeyhte fânî olmak) ve “fenâ fi’r-resul” (Resûl’de fânî olmak) diye bilinen kavramlar vardır. Bu, müridin kendi benliğini, nefsini unutup, hocasının veya Peygamber’in ahlâkı, hâli ve düşüncesiyle yaşamaya çalışması anlamına gelir. Kendi varlığını değil, bağlı olduğu manevi rehberin varlığını ön planda tutmaktır. Tasavvuftaki bu “fenâ” (benliği eritme) anlayışı, iman hizmetinde de “fenâ fi’l-ihvân” yani “kardeşlerde fânî olmak” şeklinde güzel bir ölçüdür.
Bu da, insanın kendi menfaatini, nefsini, öne çıkma arzusunu bırakıp, kardeşinin meziyetleriyle sevinmesi, onun hissiyatıyla yaşamaya çalışması demektir. Bu halin adı tefânîdir; yani “birbirinde fânî olmaktır”. Ben merkezli değil, biz merkezli yaşamaktır. Kıskanmak yerine kardeşinin başarısına sevinmek, onun duygularını kendi duygusu gibi hissetmek, birlik ruhunu canlı tutmaktır. Bu halin adı tefânîdir; yani “birbirinde fânî olmak”. Kişi kendi nefsî arzularını, öfkesini, kıskançlığını unutacak; onun yerine kardeşlerinin güzel yönleriyle, onların sevinciyle, heyecanıyla fikren ve ruhen yaşayacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatlere paralel şöyle demektedir:
“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.” 2
Aynı davayı benimseyen, bu konuda mesai birlikteliği yapan, vazife paylaşımı ile İslâmiyet'i yaşamaya ve yaşatmaya çalışan insanlar farklı bireyler olsa da gerçekte bir ruhu taşırlar. Bir ruh hükmündedirler. Farklı bedenler olsa da düşünceleri bir, fikirleri bir, amaçları bir, hedefleri bir olma özelliklerinden dolayı bir kişi hükmündedirler. Güzel özellikleri her birinin sıfatları sayılır. Bu sırdan dolayı böyle bir cemaatin ferdleri birbirlerinin güzel özelliklerini taktir eder, beğenir, onunla Allah’a şükreder.
Mesela; kardeşlerimizde bulunan güzel özelliklerini bizim özelliklerimiz olarak görmek, kendimizin sıfatı olarak benimsemek, maddi manevi makamlarda onları görmekle iftihar etmek, dava arkadaşını gerçekten sevmek, ona karşı samimi olmak, bir menfaat beklentisine girmemek gibi kısacası nefsin hoşuna giden bütün güzellikleri kardeşimizde gördüğümüzde onunla övünmek o kardeşte fani olduğumuzun en büyük bir göstergesidir.
Bediüzzaman Hazretleri hakiki uhuvvet, tesanüd ve tefani ile dört kişinin dört yüz kişi kuvvetine inkilab edeceğini şöyle ifade etmektedir:
Eğer hakîkî bir uhuvvetle, birbirinin fazîletleriyle iftihâr edecek bir tesânüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefânî sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz kuvvetinin kıymetindedirler.3
Tefâni hasletini te’min etmenin yolu nefsi tezkiye etmekten geçer. Buna paralel olarak Risale-i Nur'da şöyle geçmektedir:
“Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevemez. Eğer zâhirî sevse de, samimi sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeğe ve sevdirmeğe çalışır ve kusuru nefsine almaz. Mübalâğalar ile, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek âdetâ takdis eder.”4
Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 169
Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 169
Bediüzzaman, Barla Lahikası, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 115
Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 315

