Sekizinci Lema'da geçen şu kısmı izah eder misiniz?
İkinci Vecih: Aynı satırın başında وَكُنْ قَادِرِيَّ الْوَقْتِ fıkrasıyla o mürîdine diyor ki: “Vaktin Abdülkādir’i ol!” Bu قَادِرِيٌّ kelimesi, hesâb-ı ebced ile üç yüz yirmi beş eder. Üstâdımızın lakabı ‘Nûrsî’ olduğu cihetle, Nûrsî’nin makam-ı ebcedîsi üç yüz yirmi altı ediyor. Bir tek fark var. O tek elifdir. Bin ma‘nâsında elf’e remzeder. Demek bin üç yüz yirmi beşde (m. 1909) Şeyh-i Geylânî’ye mensub bir zât, Şeyh-i Geylânî tarzında hakîkat-i Kur’âniyeyi müdâfaa etmeye çalışacak. Hakîkaten Üstâdımız, bin üç yüz yirmi altı (m. 1910) senesinde -Hürriyetin ikinci senesi- mücâhede-i ma‘neviyeye atılmıştır.[1]
Abdulkadir Geylani Hazretleri, kasîdesinin beşinci satırında müridim dediği zata (Hz. Üstad’a) şöyle hitap ediyor: وَكُنْ قَادِرِيَّ الْوَقْت Yani, “Vaktin (bulunduğun zamanın) Abdulkadiri ol!” Şeyh Geylani (ks) bu ifadesiyle birisiyle konuşarak âdeta bir emir veriyor.
Bu kısımda قَادِرِيّ kelimesinin ebced hesabına[2] göre rakamsal değeri 325 çıkıyor. Bediüzzaman Hazretlerinin lakaplarından birisi “Nursi” olup ebced değeri 326 ediyor. Tek bir fark kalıyor, o da ebced değeri ‘bir’ olan ‘elif’ harfidir. Arapçada ‘elif’ harfiyle 1000 manasındaki ‘elfün’ aynı yazıldığından (الف)[3], o terk fark 1000 olarak 325 rakamının başına alındığında rûmî 1325 tarihi ortaya çıkmaktadır. Yani miladi olarak 1909 senesine karşılık gelmektedir. O vakit bu ifadenin manası şöyle olmaktadır:
“1909 senesinde gerek gördüğü vazife itibariyle gerekse ahlâk ve donanım itibariyle Şeyh-i Geylani Hazretlerine bağlı olan ‘Nursi’ lakaplı bir zat (Hz. Üstad), aynen Abdulkadir Geylani (ks) gibi Kur’ân’ın hakikatlerini her türlü saldırıya karşı savunup muhafaza edecektir. Ve yaşadığı zamanın bir çeşit Abdulkadir Geylani’si olacaktır.”
Gerçekten de Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda Abdulkadir Geylani Hazretleri gibi, kararlılıkla ve ihlasla Kur’ân’a ve imana hizmet ederek bu övgüyü hak etmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri, Van’da bulunduğu zamanda, Vali Tahir Paşa’nın gazeteden gösterdiği bir haber, hayatında dönüm noktası olmuştur. Habere göre; İngiltere Sömürgeler Bakanı, mecliste yaptığı bir konuşmasında, elinde tuttuğu Kur’ân’ı göstererek şöyle diyordu: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ya bu Kur’ân’ı onların elinden almalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız.”
İşte bu dehşetli haber, Bediüzzaman Hazretlerinde tarifin üzerinde bir tesir uyandırmıştır. İlim, irfan, ihlas, cesaret ve kahramanlık gibi harika yeteneklere sahip olan Üstad Hazretleri, bu haber üzerine; “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” diyerek, Kur’ân’ın hakikatlerini muhafaza adına kuvvetli bir niyet ve gaye kalbinde uyanmış olur.
Yapılan manevi yıkım ve saldırıları bertaraf etmek demek, elbette manevi hizmetlerle karşılık verip çalışmak demektir. Bu maksatla Hz. Üstad, 1907 senesinin sonlarına doğru İstanbul’a gitti. Tam da Abdulkadir Geylani Hazretlerinin haber verdiği tarihlerde (1909-1910), İslâm’ın gelişip güçlenmesine hizmet etmek için bu dönemde yoğun bir mücadele içerisine girdi. 2. Meşrutiyet’in[4] ilanıyla birlikte toplumda kısa süre esen hürriyet havası, çok geçmeden yerini iktidardaki İttihad ve Terakki Partisi’nin baskıcı yönetimine bıraktı. Bu yeni iktidarın idaredeki büyük hatalarından istifade eden, başta İngilizler olmak üzere dış güçler, çevirdikleri fitnelerle memleketin hızla bir yıkıma doğru sürüklenmesine sebep oldular.
Hz. Üstad tam da böyle bir zamanda manevi bir mücadeleye başlamış oldu. Siyasi mitinglere katıldı, gazetelerde meşrutiyetin ve siyasetin İslâma hizmet etmesini teşvik eden makaleler yayınladı. Bu makalelerde; “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!” gibi gâyet veciz ve anlamlı ifadelerle insanları irşad edip onlara gerçekleri anlattı. Toplumda, birlik beraberlik ve İslâm ahlakının gelişmesi için kurulan İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin (derneğinin) kurucuları arasında yer alarak gece gündüz Kur’ân ve İslâm davasını yüceltmek için mücadele etti. Böylece bu asrın bir Abdulkadir’i olduğunu ispat etmiş oldu.
[1] Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 144
[2] Ebced hesabı; “Arap alfabesinin ilk tertibi; harflerin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi” şeklinde tarif edilmektedir. Yani harflerin aritmetik değerleriyle mana ifade etmesidir. (ا) Elif 1, (ب) Be 2, (م) Mim 40, (ص) Sad 90, (خ)Hı 600 gibi. Herkes bu rakamlara dayanarak yapılan hesapların sağlamasını yapabilir. Fakat bu ilim manevi ilimlerden olduğu için herkesin bununla neticeye ulaşması mümkün değildir.
[3] Ebced hesabına göre ‘Elif’ harfinin rakamsal değeri, birdir. Bununla beraber Arapçada elif harfinin yazılışı ile 1000 manasındaki ‘Elfün’ kelimesinin yazılışı aynıdır. Böyle olduğundan bazen ebced ilminin inceliklerinden birisi olarak o tek fark olan ‘elif’, bin manasındaki ‘elfün’ olarak kabul edilerek çıkan rakamın baş kısmına yazılır. Bu tür gaybdan gelen işaretlerden çıkarımlar yapılırken (الف): Elif/Elfün eşleşmesi sıklıkla yapılmaktadır. Bu da bu ilmin inceliklerinden birisidir.
[4] 24 Temmuz 1908