RİSALE-İ NUR

07.04.2010

5893

Risale-i Nur Talebelerinin Oluşturduğu "Şahs-ı Manevî"

Şahs-ı maneviyi maddi ve manevi anlamda nasıl misallendirebiliriz? Şahs-ı maneviye dahil olma şartları nedir? Risale-i Nur'da bu konu nasıl izah edilmektedir? Madde madde sıralayabiliri misiniz?

16.04.2010 tarihinde cevaplandı.

Cevap

Şahs-i Manevi konusunun iki başlıkta işlemek daha uygun olacaktır. Birisi genel manasıyla şahs-ı manevi diğeri ise özel manasıyla Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi. Şahsi Manevinin genel manası için bakınız:

Şahs-ı Manevi Ne Demektir?

RİSALE-İ NUR'UN ŞAHS-I MANEVÎSİ

Şirket-i maneviye; kelime anlamı olarak manevi şirket ve ortaklık demektir. Yani ahirete yönelik amel ve işlerde sevap ve dua itibariyle meydana gelen manevi ortaklık sistemidir. İman, ihlas, kardeşlik, sadakat, sebat ve manevi dayanışma ile bu manevi şirkete dahil olunabilir. Bu manevi şirketteki fertler âdeta tek bir şahıs hükmüne geçerek bir şahs-ı maneviyi oluştururlar.

Şahs-ı manevi; belirli bir maksat için bir araya gelip ortak faaliyetlerde bulunan bir topluluğun oluşturduğu manevi bir kişiliğin adıdır. Âdeta o topluluk kendine has özellikleri bulunan bir insan gibidir. Bu manevi ve nuranî şirkete dahil olup hizmet edenler, bütün kardeşlerinin kazançlarına ve dualarına hissedar olurlar. Güya binler dil ile ibadet, dua ve istiğfar ederler.

Ayrıca Üstad Bediüzzaman, şahs-ı manevi oluşturarak yapılan hayırlı çalışmalardan kazanılan büyük sevapların, bölünmeden bütünüyle, şahs-ı maneviye dahil her bir ferdin amel defterine kayd edileceğini, bunun hakikat ehli büyük zatlar tarafından keşfen görüldüğünü ve Allah'ın rahmetinin genişliğinin de bunu gerektirdiğini söyler.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

Hakikî ve samimî bir ittifakta (birleşmekte) her bir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid (birleşmiş) adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.[1]

Bediüzzaman Hazretlerine Göre Şahs-ı Manevi, Cemaatin Bir Nevi Manevi Ruhudur.

Zaman cemâat zamanıdır. Cemâatin ruhu olan şahs-ı ma‘nevî daha metîndir. Ve tenfîz-i ahkâm-ı şer‘iyeye daha ziyâde muktedirdir. Halîfe-i şahıs, ancak ona istinâd ile vezâifi deruhde edebilir. Cemâatin ruhu olan şahs-ı ma‘nevî eğer müstakîm olsa, ziyâde parlak ve kâmil olur. Eğer fenâ olsa, pek çok fenâ olur. Ferdin iyiliği de, fenâlığı da mahdûddur. Cemâatin ise iyiliği de, fenâlığı da gayr-i mahdûddur.[2]

Yani bu çağda bireysel hareket etme zamanı değil, toplu, organize ve dayanışma içinde hareket etme zamanıdır. Çünkü ferdî çabalar artık yeterli değildir; dünya meseleleri, sosyal yapılar ve hizmet alanları ancak toplu bir gayretle yürütülebilir. Bu manevi kişilik, tek tek bireylerden daha güçlüdür. Çünkü herkesin gücü, aklı, duası, samimiyeti o ortak ruhta birleşir. Bir zincirin halkaları gibi, tek başına zayıf olan fertler bir araya gelince kopmaz bir bağ hâline gelir. Yani İslam’ın emirlerini uygulamak, toplumda adaleti ve iyiliği hâkim kılmak hususunda şahs-ı manevî, tek bir kişiden çok daha etkilidir. Çünkü bir kişi hata yapabilir, duygularına kapılabilir; ama toplulukta istişare, denge ve teavün (yardımlaşma) vardır. Bir lider, başkan veya önder (halife) bile, görevini hakkıyla yapabilmek için arkasında güçlü ve samimi bir topluluk desteğine muhtaçtır. Cemaatin manevi ruhuna dayanmazsa, yükü taşıyamaz. Eğer o topluluğun niyeti, hedefi, düşüncesi doğruysa; yani Allah rızasını gözetiyorsa, o zaman o cemaatin şahs-ı manevîsi çok nurlu, güçlü ve faydalı olur. Ama eğer topluluk yanlış bir yola girerse, menfaat, ırkçılık veya nefsani amaçlarla hareket ederse; o zaman zararı da büyük olur. Bir kişinin iyiliği, etkisi kadar sınırlıdır. Ama bir cemaatin iyiliği toplumları, hatta nesilleri etkiler. Aynı şekilde, kötü bir cemaatin zararı da çok geniş olur.

Âhirzamânda Şahs-ı Manevi Teşkil Etmenin Ehemmiyeti

Bediüzzaman Hazretleri bu çağda tek bir velî veya lider, ne kadar yüksek manevî dereceye sahip olursa olsun, arkasında bir topluluk desteği olmadan insanlığın yaygın bozulmalarını tek başına düzelteyeceğini şöyle ifade etmektedir:

Risâle-i Nûr’da isbat edilmiş ki, bu zaman, cemâat zamanıdır. Şahs-ı ma‘nevî hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği için, karşısına bir dâhî-i hidâyet çıkardı. Şimdi cemâat şeklinde bir şahs-ı ma‘nevî olmasından, karşısında ancak bir şahs-ı ma‘nevî mukābele edebilir.[3]

Halbuki şu zaman cemâat zamanıdır. Şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhî ve hatta yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemâatin mümessili olmazsa, bir cemâatin şahs-ı ma‘nevîsini temsîl etmezse, muhâlif bir cemâatin şahs-ı ma‘nevîsine karşı mağlûbdur. Şu zamanda kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemâat-i beşeriyenin ifsâdât-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdî’nin bütün işleri hârika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlâhiyeye ve kavânîn-i âdetullâha muhâlif düşer.[4]

Bediüzzaman Hazretlerine göre şahs-ı manevi, cemaat zamanı olan asrımızda gelişen ve hayatta etkisini oldukça fazla hissettiren bir kavramdır. Eski zamanda ise cemaat ve cemiyetin şahs-ı manevi düşüncesi gelişmemiş ve şahsiyet ön planda tutulmuştur.

Evet, عُلَمَٓاءُ اُمَّتٖی كَاَنْبِیَٓاءِ بَنٖٓی اِسْرَٓائیٖلَ ferman etmiş. Gavs-ı A‘zam Şâh-ı Geylânî, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi hem şahsen, hem vazîfeten büyük ve hârika zâtlar, bu hadîsi, kıymetdâr irşâdâtlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdîk etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbâniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdâdına göndermiş.Şimdi ise aynı vazîfeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerâit içinde, bir şahs-ı ma‘nevî hükmünde bulunan Risâletü’n-Nûr’u ve sırr-ı tesânüdle bir ferd-i ferîd ma‘nâsında olan şâkirdlerini, bu cemâat zamanında o mühim vazîfeye koşturmuş. Bu sırra binâen, benim gibi bir neferin ağırlaşmış müşîriyet makamında ancak dümdârlık vazîfesi var. [5]

Risale-i Nur Talebelerinin Bir Şahs-ı Manevi Olması

Birlik, ferdî çalışmadan kat kat güçlüdür. Nasıl ki iki ayrı “elif” sadece iki ederken yan yana gelince “on bir” eder; aynı şekilde iman hizmetinde de fertler ayrı ayrı çalışırsa güçleri sınırlı kalır. Fakat Risale-i Nur hizmetinde birleşirlerse, güçleri katlanır, hatta yüzlerce misline çıkar. Bu yüzden kişi kendi “benlik buzunu” eritip, iman hizmetinin havuzuna karıştırmalıdır; aksi halde o benlik erir gider, hiçbir fayda bırakmaz.

Bilirsin ki, iki elif ayrı ayrı olsa iki kıymeti var. Bir çizgi üstünde omuz omuza verse, on bir kıymet aldığı gibi; senin te’sîrli nasihatinle ihzâr ettiğin hizmet-i îmâniye tek başıyla kalsa, şimdiki tehâcümât-ı müttehideye karşı dayanması çok müşkil. Eğer Risâle-i Nûr’un hizmetine iltihâk etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşıdaki ittifâk etmiş dalâletlere karşı dayanacak. Bu zaman ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enâniyet zamanı değil. Zaman, cemâat zamanıdır. Cemâatten çıkan bir şahs-ı ma‘nevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sâhib olmak için, bir buz parçası hükmündeki enâniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zâyi‘ olur. O havuzdan da istifâde edilmez.[6]

Risale-i Nur Talebeleri, Kur’an Hizmetinde Birleşmiş Bir “İnsan-ı Kâmil”in Uzuvları Gibidir.
Risale-i Nur Talebelerinin her biri, ebedî saadeti kazandıran ilahî bir fabrikanın çarkı; ümmeti kurtuluşa götüren ilahî bir geminin hizmetkârıdır. Bu büyük hizmette başarı, ihlas sırrını kazanıp tam dayanışma ve birlik içinde hareket etmeye bağlıdır. Çünkü ancak bu sayede, birkaç kişinin gücü binlerce kat artan bir manevi kuvvet hâline gelir.

İşte ey Risâle-i Nûr şâkirdleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler, öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı ma‘nevînin a‘zâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sâhil-i selâmet olan dârusselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefîne-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden, bin yüz on bir kuvvet-i ma‘neviyeyi te’mîn eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla, tesânüd ve ittihâd-ı hakîkîye muhtacız ve mecbûruz[7]

Risâle-i Nûr’un şâkirdlerinin şahs-ı ma‘nevîsi kerâmetkârâne bir hassâsiyet gösteriyor ki, Hâfız Ali ulvî sadâkatiyle, Birinci Süleyman selîm kalbiyle, İkinci Süleyman Rüşdü müstakîm aklıyla, Küçük Lütfü latîf rûhuyla Üstâdlarının imdâdına koşmuşlar, sıkıntısına iştirâk ile tahfîfe çalışmışlar.[8]

Risale-i Nur’un Şahsı Manevisi Kafidir.

Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle, sizlerle, gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesai kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfidir.[9]

Risâle-i Nûr’un samîmî, hâlis şâkirdlerinin hey’et-i mecmûasının kuvvet-i ihlâsından ve tesânüdünden süzülen, tezâhür eden bir şahs-ı ma‘nevî, size bâkî ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır ve bir rehberdir.[10]

Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh iki def‘a سِرًّا تَنَوَّرَتْ demesi, Risâle-i Nûr perde altında tenevvür ve tenvir eder diye işâret ediyor. Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zâten mâbeyninizde samîmî tesânüd ve meşveret-i şer‘iye , sizi öyle şeylerden muhâfaza eder. İçinizdeki şahs-ı ma‘nevînin fikrini, o meşveretle bildirir.[11]

Risâle-i Nûr’un Şahs-ı Manevîsi Veliyy-i Kâmil Hükmündedir.

Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi çok yüksek bir manevî makama sahiptir. Onu temsil eden seçkin talebelerin oluşturduğu bu manevî kişilik, Ferîd makamına mazhar olduğu için, sadece bir bölgenin değil, tüm âlemin üstünde bir hizmet yürütür. Bu sebeple, Kutb-u Âzam’ın tasarrufu altında dahi değillerdir ve ona bağlı olma zorunluluğu da yoktur. Nasıl ki her dönemde iki büyük manevî imam bulunur; bu şahs-ı manevî de, o imamlara tabi olmadan da vazifesini sürdürebilir.

Risâle-i Nûr’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı ma‘nevîyi temsîl eden hâs şâkirdlerinin şahs-ı manevîsi, ‘Ferîd’ makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlaka ile Hicaz’da bulunan Kutb-u A‘zam'ın tasarrufundan hâriç olduğu gibi, onun da hükmü altına girmeye mecbûr değildir. Her zamanda bulunan iki imam gibi, Kutb-u A‘zam'ı tanımaya da mecbûr olmuyor.[12]

Velâyetin kerâmeti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerâmeti vardır. Samîmiyetin dahi kerâmeti vardır. Bâhusus lillâh için olan bir uhuvvet dâiresindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samîmî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. Hatta şöyle bir cemâatin şahs-ı ma‘nevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir; inâyâta mazhar olur.[13]

Şahs-ı Ma‘nevînin Duası Makbuldür.

Risâle-i Nûr’un şahs-ı ma‘nevîsinden gelen şifâ duâsı, öyle yüz bin doktora mukābil gelir.[14]

Risale-i Nur'un Şahs-ı Manevîsine Dahil Olmanın En Ehemmiyetli Şartlarından Biri de Yazıdır

Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bir şahs-ı ma‘nevîsi var. Şübhesiz o şahs-ı ma‘nevî, bu zamanın mühim büyük bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı ma‘nevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyâkatsiz olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binâen bu fakire bir üstâdlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vaz‘iyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır. Hadîste gösterilen ecri alırsınız.[15]

“Risale-i Nur'a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır.Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur."[16]

Şahs-ı Maneviyi Oluşturanların Uyum İçinde Çalışması Gerektiği

Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz. Ve gözü kulağına hased etmez. Ve kalbi aklına rekābet etmez. Öyle de, bu hey’etimizin şahs-ı ma‘nevîsinde herbiriniz bir duygu, bir a‘zâ hükmündesiniz.[16]

Şahs-ı Manevi İçinde Yardımlaşma

Azîz kardeşlerim! Bu mübârek Ramazan’da dahi geçen Ramazan gibi, bu âciz ve zayıf kardeşinize, ma‘nevî ve uhrevî sa‘y ve çalışmanızdan zekât mikdarınca vermenizi ve onun hesabına bir mikdar çalışmanızı ve ziyâde hüsn-ü zannınız ile ona tahmîl ettiğiniz ağır yüke o cihette yardımınızı pek çok ricâ ederim.[17]

Şahs-ı Manevî'de ‘Ben' Yerine ‘Biz' Vardır.

Risale-i Nur talebeleri “ben” anlayışını bırakıp “biz” ruhunu benimserler. Yani kişisel çıkar ve gururu bir kenara koyarak, hizmeti ortak bir manevî kimliğin hesabına yaparlar. Tasavvufta bulunan “fenâ fi’ş-şeyh” veya “fenâ fi’r-resûl” gibi nefsin benliğini eritme hâline benzer biçimde, Nur talebeleri de “fenâ fi’l-ihvân” yani kardeşlerinde fâni olma sırrıyla hareket ederler. Bu hâl, kişiyi riyâdan ve benlikten kurtarır. Böylece, ehl-i hakikat nasıl nefs terbiyesiyle ihlâsa eriyorsa, Nur talebeleri de kardeşlik ruhu ve şahs-ı manevîye bağlılıkla aynı ihlâsa ulaşırlar.

Sizi bütün duâlarında اَجِرْنَا, وَارْحَمْنَا, وَاحْفَظْنَا gibi bütün mütekellim-i maalgayr sîgalarında bilâ-istisnâ dâhil edip kesretli cesedler ve bir tek rûh hükmünde şirket-i ma‘neviyemizin düstûrlarıyla çalışan; ve sizin sıkıntınız ile, sizden ziyâde alâkadâr olan; ve şahs-ı ma‘nevînizden himmet ve meded ve sebât ve metânet ve şefkat bekleyen kardeşiniz.[18]

Risâle-i Nûr şâkirdleri, ene'yi, nahnü'ye tebdîl ettikleri, yani enâniyeti bırakıp, Risâle-i Nûr dâiresinin şahs-ı ma‘nevîsinin hesabına çalışması, ‘ben' yerine ‘biz' demeleri; ve ehl-i tarîkatin ‘fenâfişşeyh’ ve ‘fenâfirresûl’ ve nefs-i emmâreyi öldürmek gibi riyâdan kurtaran vâsıtaların bu zamanda birisi de ‘fenâfilihvân’, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı ma‘nevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallâh ehl-i hakîkatin riyâdan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.[19]

Ayrıca Bakınız:

Şahs-ı Manevi Ne Demektir?

Şahsı Maneviden İstifade Şartları

Şahs-ı Manevî ve Diğer Cemaatler

Risale-i Nur'un Şahs-ı Manevisinden Gelen Kazançlar


[1] Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 168

[2] Bediüzzaman, Mesnevi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 98

[3] Bediüzzaman, Şualar 2, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 305

[4] Bediüzzaman, Mektubat 2, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 325

[5] Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Ğaybi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 185

[6] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 186

[7] Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 168

[8] Bediüzzaman, Barla, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 258

[9] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 110

[10] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 67

[11] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 170

[12] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 254

[13] Bediüzzaman, Barla, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 8

[14] Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Ğaybi, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 8

[15] Bediüzzaman, Lemalar, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 175

[16] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 25

[16] Bediüzzaman, Mektubat 2, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 311

[17] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 202

[18] Bediüzzaman, Şualar 2, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 365

[19] Bediüzzaman, Kastamonu, Hayrat Neşriyat, Isparta 2015, s. 235


Paylaş

Facebook'ta paylaş

Whatsapp'da paylaş

Hesaplarımıza abone olun sorularımızdan ilk siz haberdar olun

Yorumlar (0)

Yorumunuz

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız