Bu sıralar hayatımda bazı sorunlarla karşılaşıyorum. Bu sorunlar ailemle ilgili ve yıllarca hatta küçük yaştan itibaren yaşadığım sorunlar olduğu için zamanla çok yorgun ve halsiz hissetmeye başladım. Yine zamanla her şeyden elimi ayağımı çekip sadece düşünmemek için kendimi oyalamaya başladım. Bir süre sonra önünü alamadığım bir iradesizlik, tembellik boş vermişlik hali sardı. Her şeye rağmen hayat devam ediyor ve bu şekilde vazifelerimi yerine getirmekte çok zorlanıyorum. Her şeyi unutuyorum, hiçbir şey yapmak istemiyorum. Farz olan şeyleri bile zoraki yapmaya başladım. Bu durum beni çok korkutuyor ve çok utanıyorum ama önüne de geçemiyorum. Rabbimin rızasını kazanamamaktan çok korkuyorum. Bu nefis mücadelemi nasıl yenebilirim? İrademi nasıl kontrol edebilirim? Bu isteksizlik hali için ne önerirsiniz? Ne yapmam gerekiyor?
Kıymetli kardeşimiz;
Anladığımız kadarıyla küçüklüğünüzden itibaren yoğun bir stresin ve mücadelenin içerisindesiniz. Pek çok ciddi problemler yaşamış, senelerce mücadele ve uğraş vermiş nihayetinde de yorulmuş ve tükenmişsiniz. Gerek bedenen gerekse ruhen ve duygusal olarak yoğun bir tükenmişlik sendromu ve ruhsal yorgunluk yaşıyorsunuz. Zira ne bedenen ne de ruhen hiçbir şey yapmak istemiyorsunuz. Olumsuz düşünceler, umutsuzluk, yorgunluk, unutkanlık, karamsarlık, ibadetlerden soğuma gibi pek çok maddi ve manevi sıkıntılar bedeninizi, zihninizi ve ruhunuzu sarmalamış görünüyor. Tüm bu zorluklar içinde Rabbimizin rızasını kazanabilmeyi öncelikli dert edinmiş olmanız ise hakikaten takdire şayan bir durum. Rabbimiz kolaylıkla şifalar ihsan eylesin.
Öncelikle hepimizin bilmesi gereken husus; Dünya’nın bir imtihan yeri olduğu gerçeğidir. Rabbimiz Hikmetiyle biz kullarını imtihan eder ve edecek. Hadis-i şerifte; “Dünyada rahat yoktur.”(A.İbn Hanbel, Zühd, s. 128) buyurulmuş. Evet, Allah’ın en sevgili kulları olan Peygamberler dahi çok çetin imtihanlara maruz kalmışlar. Başta Sevgili Peygamberimiz (sav) olmak üzere görmedikleri eza, çekmedikleri cefa kalmamış. Hatta niceleri ümmetleri tarafından hunharca katledilmelerine rağmen o şerefli Peygamberlerin hepsinde de kusursuz bir sabır ve şükür halini görüyoruz. Bu benzersiz sabır ve metanetleriyle dahi bizlere tam bir örnek olmuşlardır. Bizler de elbette farklı farklı tarzlarda bu imtihanlara muhatap olacağız. Ta ki kalbimizle geçici fani olan dünyaya meyletmeyelim. Kulluğumuzu unutmayalım, vazifemize odaklanalım. Ahiretimiz için çabalayalım.
Bununla beraber Yüce Rabbimiz Rahmetiyle imtihan vesilesi olan her türlü hastalık, musibet, dert, tasa ve zorluklara karşı sabır ve tahammül gücünü de bizlere ihsan etmiştir. İnsana düşen ise sabır kuvvetini dağıtmamaktır. Evet insan, sabır ve tahammül sermayesini yanlış kullanır. Boş yere harcar, tüketir, heba eder. Eğer insan kendisine verilen sabrı doğru bir şekilde kullanabilirse her musibete karşı dayanabilir. Her sıkıntının üstesinden gelebilir. Her engeli aşabilir. Zira Cenâb-ı Hak, insana taşıyamayacağı yükü yüklemez. Kaldıramayacağı ağırlığı vermez. Bizim gücümüzü ve irademizi aşan durumlarda ise zaten mesuliyetimizin olmadığını da biliyoruz. Onun için insan, tahammül gücünü doğru yerde doğru zamanda ve doğru şekilde kullanmalıdır.
Evet, geçmiş insanın peşini bırakmaz. Lakin insanın tahammül sermayesini olmuş, bitmiş, geçmiş ve şu anda olmayan yaşanmışlıklar için harcadığını görürüz. Böyle insanlar için yaşanmışlıklar sabır eritici ve tahammül tüketicidir.
Belki, “Etkisi sürüyor, kötü sonuçları devam ediyor, ateş düştüğü yeri yakar, insan nasıl kurtulsun? Geçmiş, insanın peşini bırakmıyor ki biz bırakalım, düşünmeyelim?” diyebilirsiniz. Geçmişi insanın peşini bırakmaz, doğru. Yaşananların bugüne etkisi olduğu da doğru. Bunu inkâr etmek mümkün değil. Doğru olmayan ise geçmişteki olumsuzlukları bugün yaşanıyor gibi görmek, hissetmek, acı duymak ve sarsılmaktır. Çünkü onlar geçmişte kaldı. Geçmiş günlerde kaldı. Her günün acısı ve sevinci kendi içindedir. Biz ise yeni bir günde ve yeni bir zamandayız.
Evet, insan geçmişi unutmamalıdır. Lakin geçmişe de takılıp kalmamalıdır. Düşüncesinde her daim geçmişiyle mücadele etmemelidir. Onlardan gereken dersi çıkartmalı, ibreti almalı ve hayata devam etmelidir.
“İnsan sabrını nasıl doğru kullanabilir?” sorusuna gelince, bunun yolu, sabrını geçmiş ve geleceğe dağıtmamaktır. Yaşadığı güne odaklanmaktır. Var olana bakmaktır. Yoku var gibi görmemektir. Yoktan korkmamaktır. Şu anda geçmişin yok, yarının yok ve daha gelmediğini bilmektir. Gereken ders ve tedbiri alarak hazır güne bakmaktır. İşte o zaman gün içinde yaşanan olayların üstesinden ne kadar kolay, tehlikesiz, sıkıntısız gelindiği görülecektir… (İrfan Mektebi Dergisi’nden)
Başka bir hikmet ise; bir mü’minin isyan etmemek şartıyla tüm çektiği sıkıntı, dert ve tasalarının günahlarına kefaret olması cihetidir. Bu meyanda Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuşlar: “Bir Müslümana herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52). Demek sabır ve şükür şartıyla tüm dert ve sıkıntılarımız günahlarımızın affına bir vesiledir.
Tüm bunlara ilave olarak bir de ezeli düşmanımız şeytanın dehşetli ve sinsi bir desîsesi ve hilesi var ki maalesef hepimizi aldatıyor. Elbette bizler beşeriz ve pek çok kusurlarımız var. Nefis ve şeytana uyarak nice hatalara düşmekteyiz. İmanla nurlanmış aklımız, kalbimiz ve vicdanımız ise bizlere Tevvâb olan Rabbimize istiğfâr etmemizi telkin ettiklerinde hemen şeytan devreye girer ve şöyle der; ‘Senin bir hatan ve suçun yok ki! Tüm bu sıkıntılarının sebebi falan kişi(ler)dir, sen mazursun, sen suçsuzsun. Neden tövbe edeceksin ki’ der ve bizleri istiğfar (tövbe etme) ve istiâzeden (Allah’a sığınma) uzaklaştırır. Böylelikle şeytan kişiye ayıbını göstertmez. Her vakit şeytanı can kulağıyla dinleyen nefsimiz de adeta avukat gibi kendini savunup şeytana maskara olur. Yusuf Aleyhisselâm gibi yüce bir Peygamber dahi nefsinin şerrinden Allah’a sığınırken bizim nefsimizi temize çıkarıp kusurumuzu görmememiz elbette daha büyük bir kusurdur. O vakit biz de içinde bulunduğumuz sıkıntılı hale giriftar olmamızda, ibadetten uzaklaşmamızda kendi nefsimizin hissesini ve şeytanın kandırmacasını göz ardı etmeyip tövbe ile Rabbimizin af kapısını çalalım. Ta ki affa ve sıhhate müstehak olalım. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinden istifadeyle aktardığımız bu hakikatin Risale-i Nur’daki orijinal metni ise şöyledir:
‘’Şeytanın mühim bir desîsesi; insana kusurunu i‘tirâf ettirmemektir. Tâ ki, istiâze ve istiğfâr yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrîk edip, tâ ki nefis, kendini avukat gibi müdâfaa etsin; âdetâ taksîrâttan (kusurlardan) takdîs etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te’vîl ile te’vîl ettirir… Nefsine nazar-ı rızâ ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için, kusurunu i‘tirâf etmez, istiğfâr etmez, istiâze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşân, ‘’ Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesnâ.’’ (Yusuf, 12/53) dediği halde, nasıl nefse i‘timâd edilebilir? Nefsini ithâm eden (suçlayan), kusurunu görür. Kusurunu i‘tirâf eden, istiğfâr eder. İstiğfâr eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu i‘tirâf etmemek, büyük bir noksânlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; i‘tirâf etse, affa müstehak olur. (Lemalar, 89)
Daha bu izahlara benzer imtihandaki sayısız hikmetler ve güzellikler pek çok ayet ve hadislerle bizlere bildirilmiştir.
Buraya kadar, başımıza gelen her tülü sıkıntının bir imtihan vesilesi olduğunu ve arkasında gizlenen hikmetlerden bazılarını kısaca izah etmeye çalıştık.
Bir diğer önemli nokta ise; bahsettiğiniz durumun psikolojik bir yönünün olması ve kesinlikle ihmal edilmemesi gerektiği hususudur. Bizler Psikolog değiliz. Lakin yaptığımız araştırma sonucunda muzdarip olduğunuz şikâyetlerinizin ‘Kronik strese bağlı depresyonun ilerlemiş hali’ ya da güncel elit bir tabirle ‘Tükenmişlik Sendromu’ olabileceği hususudur. Nasıl ki görme problemi yaşayınca göz doktoruna veya kolumuz kırıldığında Ortopedi doktoruna gidiyoruz. Hatta gerekirse ameliyat oluyoruz. Öylede bu tür rahatsızlıklarda da ehil bir hekime müracaat etmekte çok maslahat olacaktır.
Elbette maddi ve manevi tüm hastalıklarımıza şifa veren yani Şâfi-i Hakiki yalnızca Allah’tır. Ancak Rabbimiz, hikmeti gereği önce sebeplere müracaat etmemizi, sonrasında kendisine dua ve sabırla ile yönelip tevekkül etmemizi istiyor. Bu noktada siz kıymetli kardeşimize tavsiyemiz şu olacaktır; Allah’ın izni ile sıhhate kavuşmanızda size destek olacak, işinin ehli dindar bir Psikologla görüşmeniz çok faydalı olacaktır. Sebeplere riayet edip sonrasında dua ve tevekkülle inşallah tez zamanda maddi ve manevi âfiyete kavuşursunuz.
Senelerin birikmiş sıkıntı ve ağırlıkları elbette bir anda geçmeyebilir. Bu noktada kaderin hükmünü, sabrın kuvvetini, şükrün lezzetini ve vesvesenin zararlarını unutmayalım. Evet, ne kadar büyük derdimiz, sıkıntımız olursa olsun biliyoruz ki derdimizden büyük Rahîm, Hakîm ve Şâfi’ bir Rabbimiz var. Musibet ve sıkıntı vakitleri duanın vakitleri olduğunu düşünüp her daim Rabbimizin rahmetine iltica edeceğiz. Zaten kulluğun esası, ruhu, özü de dua ve niyaz değil midir?
Şu hadisin size faydası olabilir.
Rasûlullah ﷺ şöyle buyurdu:
“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve beklemediği yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)
Rabbimiz, cümlemize maddi ve manevi sıhhat âfiyet ihsan eylesin inşallah!