Bediüzzaman Hazretlerinin burada bahsettiği "İhtiyar Zat" kimdir? Ve o zat daha sonrasında bu yanlış anlaşılmayı düzeltmek adına adımlar atmış mıdır? Bu konunun işlendiği başka yerler var mıdır?
Bediüzzaman Hazretlerinin “Birinci Şuâ” isimli eserinde izah ettiği, 33 âyetin Risale-i Nur’a işaret etmesi meselesini, bazı şahıslar Şeyh Abdülhakim Arvasi'ye bildirirler. O da tahkîk ederek, Risale-i Nur’u okuyarak değil, kendisine bunu anlatan kişilerin verdiği bilgilere dayanarak, biraz da yaşının ileri olması sebebiyle, bu meseleye itirâz etmiştir. Ve bildiğimiz kadarıyla sonrasında bunu düzeltmek için bir adım atmamıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin aleyhinde olan bazı çevreler de bunu kullanmak istemişler ve yaygara yapmışlardır.
Bu mevzu ile alâkalı Kastamonu Lahikasında geçen yerleri istifadenize sunuyoruz;
“Evet, size iliştikleri gibi, bize de ayrı ayrı suretlerde tecâvüzlerini ihsâs ediyorlar. Fakat Cenâb-ı Hakk’a şükür ki, onların tecâvüzleri, aksülamel nev‘inde Risâle-i Nûr’un fütûhâtına yardım ediyor. İstanbul’daki ihtiyâr adamın i‘tirâzı münâsebetiyle kahraman Nazîf yazıyor ki, o i‘tirâz, Risâle-i Nûr’un İstanbul’da fütûhât yapmaya ve parlamaya vesîle oldu. Ve bize karşı başka cihetlerde küçücük tecâvüzler de öyle netice veriyor.”[1]
İZAH:
Risale-i Nur’a yapılan saldırılar, zarar vermek şöyle dursun, hep Nur’ların daha fazla gönüllere ulaşmasına sebep olmuştur. Bu kişinin yaptığı itiraz da, Risale-i Nur’un İstanbul’da daha fazla duyulmasına ve parlamasına sebep olmuştur. Şer gibi gözükürken, hayra dönüşmüştür.
“Azîz, sıddîk kardeşlerim,
Size üç noktayı beyân etmeye kalbde bir ihtiyaç oldu.
Birincisi: “Bir hâdisede hem insan eli, hem kader müdâhalesi olduğundan, insan, zâhirî sebebe bakıp, bazen haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musîbetin gizli sebebine baktığı için adâlet eder” diye, Risâle-i Nûr’da bir kāide-i esâsiyedir.
Hem şimdiye kadar Risâle-i Nûr’un başına gelen hâdiselerde bir dest-i inâyet, bir vech-i rahmet bulunduğu tecrübelerle sâbittir.
Bu iki cihette kalbden bir suâl çıktı. “Acaba nûr hakkındaki bu yeni İstanbul hâdisesinde, vech-i adâlet ve rahmet nedir?” Hâtıra böyle bir cevâb geldi ki:
Risâle-i Nûr’a, ehl-i ilim ve ehl-i dikkati ciddiyetle bakmaya ve tedkîk etmeye sevk etti. Elbette Risâle-i Nûr’u tedkîk eden bir âlim, insafı varsa tarafdâr olur. Ve Risâle-i Nûr, ulemâ dâiresinde İstanbul âfâkında tezâhür edecek. İşte vech-i rahmet ve inâyet.
Ama, kader-i İlâhînin vech-i adâleti şudur ki:
Risâle-i Nûr’un hakîkatiyle ve şâkirdlerinin şahs-ı ma‘nevîsiyle tezâhür eden fevkalâde îmânî hizmetlerin ehemmiyetli kısmını bîçâre tercümanına vermek suretiyle ehl-i dünyâ ve ehl-i siyâset ve avâmın ve hakîkatsizlerin nazarında birinci derece zannedilen ve hakîkat nazarında, îmâna nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyâset-i İslâmiye ve hayat-ı ictimâiye-i ümmete dâir hizmeti, kâinâtta en büyük mes’ele ve vazîfe ve hizmet olan hakāik-i îmâniyenin hizmetine çalışmasına râcih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyâde hüsn-ü zanları, ehl-i siyâsete, inkılâbcı bir siyâset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risâle-i Nûr’a karşı hayat-ı ictimâiye noktasında cebhe almak ve fütûhâtına mâni‘ olmak, pek kuvvetle ihtimâli vardı.
Bunda hem hatâ, hem zarar büyüktür. Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashîh etmek ve o ihtimâli izâle etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta‘dîl etmek için, en ziyâde öyle cihetlerde yardım ve iltihâka koşacak olan ulemâdan ve sâdâttan ve meşâyihten ve ahbâbdan ve hemşehrilerden birisini muârız çıkardı. O ifrâtı ta‘dîl edip adâlet etti. “Size, kâinâtın en büyük mes’elesi olan îmân hizmeti yeter” diye, bizi merhametkârâne o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra lillâhilhamd, o muârızı susturdu, o ateşi söndürdü. Fakat münâfıklar söndürmemek için çalışıyorlar.”[2]
İZAH:
Bu hadisenin, biri rahmet ciheti diğeri de adalet ciheti olmak üzere iki neticesi vardır.
Rahmet tarafı şudur ki, ilim ehli olan zâtların Risale-i Nur’a ciddiyetle bakmalarına ve incelemelerine sebep olmuştur. Bunu yapan bir âlim, insafı varsa Risale-i Nur’a taraftar olacaktır. O halde bu Nur’lar İstanbul’daki âlimler içerisinde tanınacaktır.
Adalet tarafı ise; Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ciheyitle en ehemmiyetli mesele, îman hizmetidir. Bunun yanında, İslâmî siyasetin veya ümmetin toplum hayatına hizmetin ehemmiyeti pek azdır. Fakat Bediüzzaman Hazretlerini seven bazı insanlar, hüsn-ü zanları sebebiyle O’na îman hizmetinden ziyade, daha geniş daireler olan İslâmî siyaset cihetindeki hizmetleri layık görmüşlerdir. Bunun, îman hizmetinden daha üstün olduğunu zannetmişlerdir. Halbuki bu bakış açısı, toplumun Risale-i Nur’u yanlış anlamasına ve ehl-i dünyanın bu hakikatlere mâni’ olmasına sebebiyet verebilir. Bu da büyük bir zarardır.
Kader-i İlâhî, bu fikre sahip olan insanların yanlışını düzeltmek, bu ihtimali ortadan kaldırmak ve Bediüzzaman Hazretlerinden bu şekilde bir hizmet beklentisi içinde olanların o düşüncelerini düzeltmek için, hem âlim, hem şeyh, hem seyyid, hem de Bediüzzaman Hazretlerinin dostu ve hemşehrisi olan bir şahsın, O’na itiraz etmesine izin vermiştir. “Size, kâinâtın en büyük meselesi olan îmân hizmeti yeter.” diye, Risale-i Nur talebelerini merhametli bir şekilde bu hâdiseye mahkûm etmiştir.
“Bence Kur’ân’ın, nasıl ki her sûresi ve bazen bir âyeti ve bazen bir kelimesi bir mu‘cize olur. Öyle de, bu âyetin tek bir işareti, ihbâr-ı gayb nev‘inden bir lem‘a-i i‘câziyedir. (Kur’ân’ın gaybden haber vermesi cihetindeki mucizelerinden bir parıltıdır.) Bu âyetin (اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا [Sizden bir kimse, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?][3] âyetinin) bu işareti, bu asırda Risâle-i Nûr şâkirdlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emâre (işaret) var:
Birincisi: Birinci Şuâ‘ olan İşârât-ı Kur’âniye Risâlesi'nde Risâle-i Nûr’a ve tercümanına işaret eden ve beşinci âyet olan اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْش۪ي بِه۪ فِي النَّاسِ (Küfür içinde olmakla) ölü (hükmünde) iken, bunun ardından kendisini (îmanla) dirilttiğimiz ve kendisine insanlar içinde, sâyesinde yürüye(bile)ceği bir nûr verdiğimiz kimse][4] gayet kuvvetli karîneler (alâmetler) ile, مَيْتًا kelime-i kudsiyesi, cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet-i mâ‘nâsıyla Saîdü’n-Nûrsî’ye tevâfuk (denk) etmesidir.
İkinci Emâre: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ -ilâ âhirihî âyet- âyetin makām-ı cifrîsi ve riyâzîsi, bin üç yüz altmış bir (mîlâdî 1942) etmesidir. Aynı tarihte o acîb hâdise olmuştur.
Üçüncü Emâre: O muhterem ihtiyâr zâtı unutmak, belki şahsıma karşı tezyîfâtını (küçük düşürmesini) ihtiyârlığına ve çok cihetlerle mâbeynimizdeki (aramızdaki) uhuvvete hürmeten helâl etmeye karar verdiğim ve biz hizmetkâr olduğumuz Kur’ân’a havâle edip bıraktığım hengâmda, birden ihtiyârım (kendi isteğim) hâricinde beş vecihle zemmi zemmeden (kötülemeyi kötüleyen) ve mu‘cizâne gıybetten altı cihetle zecreden (men eden) اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا âyeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi (göründü). Ma‘nen, “Bana bak!” dedi. Ben de baktım. Birden tesbîhât içinde gördüm ki, bin üç yüz elli birden (mîlâdî 1932) tâ bin üç yüz altmış bir (mîlâdî 1942) tarihini gösterdi. Hâlimize baktım. Perde altında elli birden, tâ altmış bire kadar, Risâle-i Nûr meded beklediği İstanbul âfâkında bir taarruz bulunmuş ve altmış birde birden patlamıştır.
Hâşiye: Bu âyet, bizi şiddetle gıybetten men‘ ettiğinden, bu hâdiseyi unutmalıyız. Medâr-ı gıybet (gıybet sebebi) etmemeliyiz. İnşâallâh daha tekerrür (tekrar) etmeyecek.”[5]
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2014, s.231
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2014, s.250-251
[3] Hucurât, 49/12
[4] En’âm, 6/122
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul 2014, s.247-248