RİSALE-İ NUR

23.06.2025

41

Risale-i Nur Talebelerinin Asayişi Muhafaza Etmeleri

Bediüzzaman Hazretleri risalelerinde iman ve asayiş irtibatından bahsetmektedir. Zabıta örneğini vermektedir. Nur Talebelerinin asayişi muhafaza ettiklerine dair Risale-i Nur’daki kısımları kısaca yazabilir misiniz?

* *

**** ****

10.07.2025 tarihinde sordu.

Cevap

Sevgili Peygamberimiz(sav), hadîs-i şerîflerinde buyurmuş; “Müslüman, diğer Müslümanların, dilinden ve elinden sâlim olduğu (zarar görmediği) kimsedir. Mü’min de insanların, canları ve malları hususunda (kendilerine zarar vermeyeceğinden) emin oldukları kimsedir.”[1]

Ömrünü İman ve Kur’an hizmetine vakfeden Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri de, en başta bu hadîs-i şerîfi kendine düstûr edinmiş. Öyle ki

“Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı”

dediği halde ne kendinden ne de talebelerinden âsâyiş ve nizamı bozacak herhangi bir hâdise vuku bulmamıştır.

Bununla birlikte, içerisinde bulunduğu tehlikeli asrın fitnelerine karşı Risâle-i Nur’un elmas kılınçlarıyla mücadele vermiş ve talebelerini adeta toplumun nizamını sağlayan mânevi zabıtalar hükmünde yetiştirmiştir.

Risâle-i Nur Külliyatı ve Üstad’ın tarihçe-i hayatında ‘imânın emniyet ve âsâyişi sağladığına’ dair örnekler çoktur. Onlardan bazılarını ele alıp kısaca izah edelim;

Hem Risâle-i Nûr, Kur’ânın Kānûn-u esâsîsiyle bütün Anadolu ve vilâyât-ı şarkıyede âsâyişi te’mîn eden Risâle-i Nûr’un beş yüz bin nüshası komünistliği susturduğu gibi, âsâyişi te’mîn ettiğine bir delîli budur ki, on küsur sene evvel Afyon müddeî-i umûmîsi “Altı yüz bin fedâkâr talebesi var. Beş yüz bin nüsha Risâle-i Nûr’dan neşretmiş, belki âsâyişe zarar gelir” dedi. Ona karşı Saîd demiş ki: “Mâdem altı yüz bin fedâkâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulüm ediliyor. Bir tek vukūâtı hiçbir zâbıta ve mahkeme gösteremedi.”

Hem dedim: Ey müddeî-i umûmî! Eğer bin müddeî-i umûmî, bin emniyet müdürü kadar âsâyişin te’mînine Risâle-i Nûr hizmet etmemiş ise, Allâh beni kahretsin. Siz de bana ne cezâ verirseniz verin dedim. O bu sözüme karşı hiçbir çâre bulamadı.

Yalnız bir iki sene sonra nûrun bir küçük talebesi, Risâle-i Nûr’a zarar gelecek zannıyla kendini intihâr edecekti ki, tab‘ettiği bir küçük risâleye zarar gelmesin. Sonra Üstâdı onu men‘etti ve küçücük bir hâdise oldu ve ikisi de barıştırıldı.

Hâlbuki bir üstâdın on tane fedâkâr talebesi bulunsa, (hattâ biri selâm etmiş tokat vurulmuş, biri elini öpmüş tahkîr edilmiş) hiçbir fedâkârı, âsâyişe ilişmemek için sükût etmişler. Saîd’den işitmişler ki: Benim yüz rûhum olsa, âsâyişe fedâ ediyorum. Onun için  وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى  Kānûn-u esâsiyesiyle, beş cânî yüzünden doksan ma‘sûma zarar gelmemek, bir cânî yüzünden on ma‘sûm çoluk çocuk, peder ve vâlidelerine zulüm etmemek için, Risâle-i Nûr îmân hizmetiyle berâber, âsâyişi tamâmıyla te’mîn edip herkesin kalbinde fenalığa karşı bir yasakçı bırakıyor. Ben de bin rûhum olsa, Kur’ân’ın bu Kānûn-u esâsîsine fedâ ettiğimi Târîhçe-i Hayât isbât ediyor ve meydandadır. Ve mahkemeler de kabul etmişler.[2]

Beşincisi: benim ve Risâle-i Nur’un mesleğinin esâsı ve otuz seneden beri bir düstûr-u hayâtım olan şefkat i‘tibâriyle bir ma‘sûma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânîlere, değil ilişmek, belki bedduâ ile de mukābele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fâsıklara, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim hâlde, değil maddî mukābele, belki bedduâ ile de mukābeleden beni o şefkat men‘ ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve vâlidesi gibi ihtiyâr bîçârelere veya evlâdları gibi ma‘sûmlara maddî zarar gelmemek için, o dört-beş ma‘sûmların hâtırına binâen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazen de hakkımı helâl ediyorum.

İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idâre ve âsâyişe kat‘iyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma da o derece tavsîye etmişim ki, üç vilâyetin insâflı zâbıtalarının bir kısmı i‘tirâf etmişler: “Bu nûr şâkirdleri ma‘nevî bir zâbıtadır, idâre ve âsâyişi muhâfaza ediyorlar” dedikleri bu hakîkata binler şâhid ve yirmi sene hayatıyla tasdîk ve binler şâkirdlerin de zâbıtaca hiçbir vukūât kaydetmemeleri ile Te’yîd ettikleri hâlde, o bîçâre adamın ihtilâlci ve insâfsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insâfsız adamlar ona ihânet etmek ve menzilinde bir şey bulmamakla berâber, yüz cinâyeti bulunan bir adam gibi, hattâ gāyet kıymetdâr ve antika ve mu‘cizeli Kur’ân’ını ve başındaki levhalarını evrâk-ı muzırra gibi toplamak, acaba hangi kanun müsâade eder? Böyle âsâyişe ve hüsn-ü ahlâka hizmet eden dîndâr binler zâtları evhâm yüzünden idâre ve âsâyiş aleyhine zorla sevketmek, hangi maslahat îcâbıdır?[3]

İkinci Hakîkat:  Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kasdıyla, aldanmış mahdûd adamların tahkîrkârâne bed muâmelelerine mukābil, hadsiz ehl-i hakîkatin ve nesl-i âtînin takdîrkârâne alkışlamaları var, diye ihtâr edildi. Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umûmiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına mukābil, Risâle-i Nûr ve şâkirdleri, îmân-ı tahkîkî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsâdı durduruyorlar ve kırıyorlar ve emniyet ve âsâyişi te’mîne çalışıyorlar ki; memleketin her tarafında pek çok kesrette bulunan Nûr talebeleriyle bu yirmi sene zarfında alâkadâr olan üç dört mahkeme ve on vilâyetin zâbıtaları, emniyeti ihlâle dâir hiçbir vukūâtlarını bulmamış ve kaydetmemiş.

Ve üç vilâyetin insâflı bir kısım zâbıtaları demişler: “Nûr talebeleri ma‘nevî bir zâbıtadır. Âsâyişi muhâfazada bize yardım ediyorlar. Îmân-ı tahkîkî ile Risâle-i Nûr’u okuyan her adamın kafasına bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti te’mîne çalışıyorlar.” Bunun bir numûnesi Denizli hapishânesidir. Oraya Nûrlar ve mahbûslar için yazılan Meyve Risâlesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyâde olan oradaki mahbûslar, öyle fevkalâde itâatli ve dindârâne bir salâh-ı hâl aldılar ki; üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi‘ bir uzuv olmaya başladı. Hatta resmî me’murlar bu hâle hayretle ve takdîrle bakıyorlardı. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nûrcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve cezâ almaya çalışacağız. Tâ onlardan ders alıp, onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.” İşte bu mâhiyette bulunan Nûr talebelerini, emniyeti ihlâl ile ithâm edenler, herhalde, gāyet fenâ bir sûrette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfâl edip, bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar.[4]

Bediüzzaman Üstâdımız diyor ki:

Yirmi sekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rast gelenler, hep sıkıntı verdikleri hâlde, zâbıtanın bana hiç sıkıntı vermediği gibi, bazı himâyetkârâne vaziyeti göstermelerinin hikmetini şimdi izhâr ediyorum ki: Nûr talebeleri ve risâleleri, ma‘nevî bir zâbıta hükmünde âsâyiş ve emniyeti muhâfazaya -hem kudsî bir şekilde- çalıştıkları ve herkesin kalbinde nasîhatleriyle îmân cihetinde bir yasakçı bıraktıkları tahakkuk etmiş. Zâbıta bunu ma‘nen hissetmiş ki, bize her vakit dost göründü. Bunun sırrı budur ki:

Kur’ân’ın bir kānûn-u esâsîsiyle, yüzde doksan ma‘sûma zarar gelmemek için on cânî yüzünden âsâyişi bozmaya çalışanları men’ediyorlar. Birisinin günâhı ile başkası mes’ûl olamaz. Bu sırra binâen şimdi âsâyişi bozmaya çalışan ma‘nevî, dehşetli kuvvetler mevcûd olduğu hâlde, Fransa, Mısır, Fâs, Îrân gibi yerlerden daha ziyâde bu mübârek memlekette çalışıldığı hâlde, emniyet ve âsâyişi bozamadıklarının en büyük sebebi, altı yüz bin nûr nüshaları ve beş yüz bin nûr talebeleri, zâbıtaya bir ma‘nevî kuvvet olarak o ma‘nevî tahrîbâta karşı dayandıklarını zâbıta ma‘nen hissetmişler ki, yirmi sekiz seneden beri resmî me’mûrlara muhâlif olarak nûrlara insâfkârâne ve merhametkârâne vaziyet gösteriyorlar.

Hem Üstâdımız diyor ki:

Ben derim: Bu zamanda hocalardan, hattâ sofilerden ziyâde zâbıta efrâdı ehl-i takvâ olup, kebâirden kendilerini muhâfaza ve ferâizi yapmasını vazîfeleri iktiza ediyor. Ve ona ihtiyâc-ı şedîd var. Tâ ki karşısındaki ma‘nevî tahrîbâtçılara karşı, âsâyiş ve emniyet-i umûmiyeye âit vazîfelerini tam yapabilsinler.[5]

Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı ictimâiyesi bu acîb zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zarûrîdir: 

Birincisi hürmet, ikincisi merhamet, üçüncüsü haramdan çekinmek, dördüncüsü emniyet, beşincisi serseriliği bırakıp itâat etmektir.

Risâle-i Nûr hayat-ı ictimâiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir sûrette tesbît ve tahkîm ederek âsâyişin temel taşını muhâfaza eder. Delili ise, bu yirmi sene zarfında yüz bin adamı, vatana ve millete zararsız birer uzv-u nâfi‘ hükmüne getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilâyetleri, bu hâle şâhiddir. Demek Risâle-i Nûr’un -ekseriyet-i mutlaka- eczâlarına ilişenler, her halde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyânet ederler. Risâle-i Nûr’un yüz otuz risâlelerinin -iki üç hususîleri müstesnâ olarak- bu vatana yüz yirmi yedi büyük fâidesini ve hasenesini, vehhâm ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki-üç risâlenin mevhûm zararları çürütemez. Onları bunlar ile çürüten, gayet derecede insafsız ve zâlimdir.[6]

Sonuç olarak;

Kendisine ve talebelerine yönelik ‘emniyet ve âsâyişe zarar veriyor’ iddiasına karşın ise Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve Talebelerinin;

1. Hiçbir kabahatleri olmadığı halde, cinayetle aranan birer katil zanlısı gibi evleri basılmış, ellerindeki mübarek Kur’an-ı Kerim ve Risâle-i Nur nüshaları sanki yasaklı ve zararlı maddeler gibi toplatılmıştır. Ömrü mahkeme, sürgün ve hapishanelerde geçmiş, çeşitli zulümlere ve su-i kastlara maruz kalmış. 600.000 fedâkâr talebesi ve 500.000 Risâle-i Nur nüshası sebebiyle büyük bir nüfuzu olmasına karşın âsâyişi bozacak hiçbir faaliyette bulunmamaları,

2. Kendilerine bu zulmü revâ gören yahut istemese de memuriyeti icabı uygulayanlara karşı şefkatle nazar etmesi, ’’Hem hiçbir günahkâr, başkasının günâhını yüklenmez.’’[7] Ayet-i kerimesini  bir hayat düsturu edinmesi ve masum olan aile fertleri zarar görmesin diye o zalimlere beddua dahî etmemesi,

3. Görevi icabı onları tutuklayan zabıtaların itiraflarıyla; onlara karşı Risâle-i Nur talebelerinin hiçbir vakit sıkıntı vermemeleri, bulundukları hapishaneleri adetâ bir Medrese-i Yusufiye’ye çevirmeleri, birçok kişinin canına kıymış câni mahkumları dahî imân dersleriyle terbiye edip karıncayı bile incitmeyecek hale getirmeleri,

4. Hem hapisteki Nur talebelerinin güzel ahlak ve seciyelerinden etkilenen bir kısım gençlerin, onları örnek almak, onların ahlakıyla ahlaklanıp onlara benzemek maksadıyla hapse girmeyi arzu etmeleri gösteriyor ki; Risâle-i Nur toplumdaki huzuru bozmak şöyle dursun, her bir nüshasıyla talebelerinin kalplerine manevi bir yasakçıyı koyuyor. Onları imân dersleriyle emniyet ve âsâyişi temin eden manevi bir zabıta hükmüne geçiriyor.


[1] Tirmizî, İmân, 12

[2] Emirdağ Lahikası, 2015, Hayrât Neşriyat, c.4 s.542

[3] Emirdağ Lahikası, 2015, Hayrât Neşriyat, c.3 s.443-444

[4] Lemalar, 2015, Hayrât Neşriyat, s.275

[5] Emirdağ Lahikası, 2015, Hayrât Neşriyat, c.4 s.290-291

[6] Şualar, 2015, Hayrât Neşriyat, s.264

[7] Fâtır, 35/18


Paylaş

Facebook'ta paylaş

Whatsapp'da paylaş

Yorumlar (0)

Yorumunuz

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız