Bediüzzaman Hazretleri, "İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi" ile neyi kasdetmiştir? İki mektep ve musibetler nelerdir? Tarihi arka planıyla izah eder misiniz?
Bediüzzaman Hazretlerinin 1909’ta telif ettiği bu risalede iki mektepten maksat; biri tımarhane diğeri hapishanedir.
1- 1908 yılında Sultan 2. Abdulhamid Han’a yazdığı bir dilekçe sebebiyle dönemin idaresi tarafından tımarhaneye sevk edilir. Yapmış olduğu müdafaa ile serbest bırakılır.
2- 1909 yılında Meşrutiyet sonrası meydana gelen 31 Mart vakası sebebiyle tutuklanır ve Divan-i Harbî Örfî’de yargılanır. Buradaki müdafaasıyla hem kendi hem de birçok tutuklu beraat eder.
Her iki müdafaayı Hazret-i Üstad İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi adlı eseriyle telif eder. Eserin mukaddime bölümündeki şu ifadelerle bu mektepleri beyan etmektedir:
“Vakta ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdad (2. Abdülhamid Han Dönemi) tımarhaneyi bana mekteb eyledi. Vakta ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu, meşrutiyette şiddetli istibdad (İttihad ve Terakki Dönemi), hapishaneyi mekteb yaptı.”
AKIL HASTANESİNE SEVKİ[1]
İstanbul ulemasına üstünlüğünü gösteren Bediüzzaman Hazretleri, toplumda dikkat çeken bir noktaya gelmişti. Bunda, farklı kıyafetleri ve müstağni tavırlarının da rolü büyüktü. Hayatı boyunca, doğup büyüdüğü toprakların kıyafetlerini üzerinde taşımış ve her haliyle vakarını koruyarak kimseye karşı minnet altına girmemişti.
İstanbul’a gelirken zihninde ve kalbinde kendisiyle beraber getirdiği, Doğu’nun sıkıntıları ve ürettiği çözüm tekliflerini artık sultana sunmak istiyordu. Bunun için Abdulhamid Han’a bir dilekçe sundu. Sultan Abdülhamid, eğitim alanında birçok çalışmalar yaptırmış ve çeşitli yerlerde birçok mektepler açtırmıştı.
Üstad Bediüzzaman da yazdığı dilekçede Doğu’daki cehaletten, eğitim boşluğundan bahsetmiş ve devletin aynı mekteplerden Doğu’da da açması gerektiğini ifade etmişti. Zira bu cehalet, halk arasında kargaşaya, sıkıntılara ve şüphelere yol açıyordu. Özellikle Van, Diyarbakır, Bitlis gibi bazı büyük merkezlerde bu hususta çalışma yapılmasının elzem olduğunu bildirmişti. Tespit ettiği daha birçok eksiklik ve yanlışlığı muhtevi bu dilekçesi, bazı çevreleri rahatsız etti.
Her soruya cevap veren, harikulade hali, kıyafetinin garip oluşu, saray ehline karşı cesur ve pervasız tavrı bazıları tarafından delilikle itham edilmesine sebep oldu. Belki de bu yolla susturulmak istendi. O tarihlerde, Osmanlı’ya dışarıdan ve içeriden birçok siyasî baskı yapılıyor ve devlet birbiri ardınca 10 yıldan fazla sürecek ve çöküşü getirecek savaş dönemine sürükleniyordu. Böyle bir ortamda, böyle bir gür ses, bazı siyasî çevrelerin hoşuna gitmiyordu. Bir deli yaftasıyla bu işi çözmek istiyorlardı.
Kardeşi Abdülmecid Nursî hatıra defterinde bu mevzuyla alâkalı olarak şunları kaydeder: “Günlerce, haftalarca başarı ile devam eden şu yüksek ilmî münakaşaların sonunda, ‘Bu adam delidir, çünkü her şeyi biliyor.’ diye zavallı Said’i deliler defterine kaydettiler. Din, ilim, maarif, memleket, medeniyet ve insanlık mecnunu olan Said’i tımarhaneye attılar.
Tımarhanede iken, muayene için (Padişahın özel kalem dairesi olan) Mabeyn’den bir doktor yanına gönderdiler. Mecnun Said, doktora uzun uzadıya macerasını ve İstanbul’a ne için geldiğini anlattı. Ezcümle doktora dedi ki:
“Ben değil, memleket, millet hastadır. Onların tedavisi için geldim. Şark memleketi yaratıldığı durumda durmaktadır. Halkı cehalet hastalığında boğulmaktadır. Onları kurtarmak ümidiyle buraya geldim. Burada bu hususta çalışırken cinnet (delirme) ile itham edildim (suçlandım). Hakikaten deliler içine düşen deli olur ki, İstanbul’a geldim, ben de deli oldum.”
“Ey Tabib Efendi! Sen dinle. Ben söyleyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim; sual olunmadan cevap. Antika bir divanenin sözünü dinlemeyi arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme sûretinde istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun.” diyerek uzun bir konuşma yaptı.
Söylediği sözler, muhatabını hayrete düşürmüş, zekâ ve irfanına hayran bırakmıştı. Doktor, ne için gönderildiğini anlamıştı. Bediüzzaman’a, devrin siyasî usul ve nezaketini hatırlatmış, itidal tavsiye etmiş ve ondan özür dilemişti. Daha sonra hazırladığı raporda şu ifadeleri kullandı:
“Şimdiye kadar İstanbul’a gelenler içerisinde zekâ ve fetanetçe (sağlam anlayış) böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir.” Doktorun bu raporu üzerine Mabeyn telaşa düşer. Hemen Üstad Bediüzzaman’ı tımarhaneden tutukevine aldırırlar ve çok geçmeden serbest bırakılır.
DİVAN-I HARBDE YARGILANMASI[2]
Meşrutiyet ilan edildikten sonra ilk seçimlerde İttihad ve Terakki Hükümeti kuruldu. Hükümetin göreve başlamasından henüz sekiz ay geçmişti ki İstanbul’da büyük bir isyan patlak verdi. Bediüzzaman Hazretleri, isyanın başladığı gün hemen Sultan Ahmed Meydanı’na giderek hâdiseyi biraz uzaktan izledi. Bu kargaşada hiçbir sözün fayda etmeyeceğini düşünerek orayı terk etti. Bununla birlikte başta Volkan, Serbestî ve Mizan olmak üzere gazetelerde makaleler yayımladı. Bu şekilde isyanın şeriata muhalif olduğunu belirterek isyan eden askerleri itaate dâvet etti. Dördüncü gün Bab-ı Seraskeri’ye giderek askerlere bir nutukta bulundu. Bu konuşma neticesinde sekiz tabur asker isyanı terk etti. Bir hafta kadar İstanbul’da yatıştırıcı faaliyetlerde bulunan Üstad Bediüzzaman, durumun kötüleşmesi üzerine geçici olarak İstanbul’dan ayrılarak İzmit’e gitti.
Hz. Üstad, bütün bu asayişi muhafaza çabalarına rağmen, garip bir şekilde, isyanı teşvik ettiği suçlamasıyla Divan-ı Harb-i Örfî adındaki, isyancıları cezalandırmak üzere kurulan askeri mahkemeye sevk edildi. Hakkında çıkarılan yakalama kararı üzerine 18 Nisan’da İzmit’te tutuklanarak İstanbul’a getirildi ve bir ay boyunca, şu an İstanbul Üniversitesi içinde bulunan bir binada hapsedildi. Bir ay tutuklu kaldıktan sonra 23 Mayıs 1909 tarihinde ilk duruşmasına çıkarıldı. Üstad Bediüzzaman akabinde o güne kadar İstanbul’da asayişi sağlamak için yaptığı on bir buçuk hizmeti, kinayeli bir şekilde “Demek bunları yapmakla cinayet etmişim ki burada yargılanıyorum” diyerek sıraladı.
İlk gün mahkemesinden sonra serbest bırakılır. İkinci gün yoğun bir halk kitlesi eşliğinde duruşma yapılır. Ömr-ü hayatında korku nedir bilmeyen Bediüzzaman Hazretleri yine şu müthiş müdafaayı yapar:
“Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem (yalancı şöhretim) vardı; onunla avama nasihatimi tesir ettiriyordum, maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfim var. Kahrolayım, eğer idama esirgersem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem. Sûreta (görünüşte) mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç edecektir (netice verecektir). Bu hal bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatimdeki tesiri kırdınız.”
Birçok kez olduğu gibi bu durumda da bir hıfz-ı ilahi ile korunmuş ve mahkemeden beraat etmiştir. Beraat veren mahkeme heyetine ise teşekkür bile etmemiştir. Arkasında kalabalık bir halk kitlesi ile beraber Beyazıt’tan tâ Sultan Ahmed’e kadar "Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!" nidalarıyla yürümüştür. Bediüzzaman Hazretlerinin mahkemedeki bu kahramanane müdafaası daha sonra iki defa Divan-ı Harb-i Örfi adı altında tabedilip neşredilmiştir.
[1] Hayrat Vakfı İlmi Araştırma Heyeti, Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat, Isparta 2014, s. 102-106.
[2] Hayrat Vakfı İlmi Araştırma Heyeti, Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat, Isparta 2014, s. 121-123.