14.11.2010

41264

Mezheplerin ortaya çıkış sebepleri nedir?

Efendimiz (a.s.m) zamanında hiçbir mezhep yokken sonradan ortaya çıkmasının nedeni nedir?

* *

**** ****

10.06.2011 tarihinde sordu.

Cevap

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şunları ifade etmiştir;Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. En son peygamber olan Hz. Muhammed’den (a.s.m.)  sonra İslamiyet, her asırda, bütün insanlığa yeterli geldiğinden, farklı şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır’’.

’’Evet nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar farklılık arz eder. Öyle de asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin kabiliyetlerine göre hükümler farklılaşır. Çünkü şeriat hükümlerinin teferruat kısmı, insanların hallerine, durumlarına bakar. Ona göre gelir, ilâç olur’’.[1]

Nasıl ki mevsimler değiştikçe, her mevsime uygun elbiseler de değişir; yazda ince, kışta kalın elbiseler giyilir. İnsanlar da tıpkı mevsimlere benzer şekilde, farklı hallere, farklı ihtiyaçlara ve farklı şartlara sahiptir. Bu sebeple, her hastalığa uygun farklı ilaçlar verilir. Bir hastaya şifa veren ilaç, diğerine zarar verebilir. Aynı şekilde, şeriat da her dönemin insanlarının özelliklerine göre farklılıklar gösterir. Bir asırda bir kavme, bir millete özgü bir şeriat ve peygamber gönderilirken, bir başka asırda farklı hükümler ve peygamberler gönderilmiştir.

Ancak son peygamber olan Hz. Muhammed (a.s.m.) ile birlikte, İslam dini, her asırda ve tüm insanlık için yeterli olacak şekilde tamamlanmıştır. Bu, Allah’ın rahmetiyle, dinin evrensel mesajı bir bütün olarak tüm insanlara hitap etmektedir. Bu nedenle, İslamiyet’ten sonra yeni bir şeriat gelmesine gerek kalmamıştır. Ancak insanların halleri, durumları ve yaşam şartları değiştiği için, dinin her dönemde farklı bir şekilde anlaşılması ve uygulanması gerekmiştir.

İşte bu sebeple, mezhepler ortaya çıkmıştır. Mezhepler, İslam’ın temel esaslarına aykırı olmadan, zamanın ve toplumların ihtiyaçlarına göre farklı hükümler getirir. Her mezhep, o dönemin ve toplumun şartlarına en uygun yolu gösterir. Tıpkı bir hastaya çeşitli ilaçların uygun olması gibi, her bir mezhepde o dönemdeki ve toplumdaki insanlara şifa olur.

Peygamber (a.s.m) zamanında mezhep var mıydı?

Ahir zaman Peygamberi olan Hazreti Muhammed’in (a.s.m.) gönderilmesiyle insanlık, ibtidaî (ilk öğrenim) seviyesinden daha ileri bir mertebeye, adeta idadiye (lise) seviyesine ulaşmış gibiydi. Yaşanan pek çok inkılap ve değişimle birlikte, artık beşeriyet öyle bir duruma gelmişti ki, tüm insanlık tek bir ders alacak, tek bir muallimi dinleyecek ve tek bir şeriatla amel edecekti. Bu nedenle, ayrı ayrı şeriatlara ve farklı peygamberlere olan ihtiyaç sona ermiş; İslamiyet, evrensel bir din olarak tüm insanlığa hitap edecek şekilde gönderilmiştir.

İslam dininin getirdiği hükümler ise dört temel delile dayanmaktadır. Bunlardan ilki Kitap’tır. Allah Teâlâ’nın insanlara rehber olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm, dinî hükümlerin birinci ve en esaslı kaynağıdır.

İkinci temel delil, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) sözleri, fiilleri ve sahih tasviplerinden oluşan Sünnettir. Sünnet, Kur’ân’ı beyan eder ve şer’i hükümlerin açıklanmasında ehemmiyetlidir.

Üçüncü delil ise sahabe, tabiin ve müçtehit âlimlerin bir meselede ittifak etmeleriyle oluşan İcmâ-ı Ümmettir. Bu ittifak, ümmetin kolektif aklıyla oluşan bir hüküm kaynağıdır.

Dördüncü temel delil ise Kıyâs-ı Fukahâdır. Kıyas, Kur’ân ve Sünnette hükmü açık bir şekilde belirtilmeyen meseleleri, illet birliği yoluyla benzer hükümlere kıyas ederek çözüm üretmeyi sağlar.

Bu dört delil, İslam hukukunun ana temellerini oluşturur ve tüm fıkhî hükümler bu esaslara dayanılarak ortaya konur. Böylece, İslam hükümleri hayatın her alanını kapsayan sağlam bir temele dayandırılmış olur.

Hz. Peygamber (a.s.m.)  döneminde fıkıh ilmi, daha sonraki zamanlarda olduğu gibi bir kitap haline getirilmemiştir. Şer’i hükümler, sahabe-i kiram tarafından doğrudan vahyin nuru ve Resulullah’ın (a.s.m.) sözlü ve fiilî tatbikatı ile öğreniliyordu. O (a.s.m.) ne buyurursa sahabiler onu kabul ediyor, nasıl amel ederse onlar da aynı şekilde tatbik ettiler. Böylece sahabiler, dinin hükümlerini bizzat O’nun (a.s.m.) yaşantısından ve mübarek beyanlarından öğrenerek hayatlarına tatbik ettiler.

Mesela; Peygamberimiz (a.s.m.) abdest aldığında, sahabe-i kiram O’nun her hareketini dikkatle takip eder ve O’nun yaptığı gibi tatbik ederlerdi. Namaz kıldığında, ashâb-ı kiram O’nun namazını büyük bir dikkatle izler, kendi namazlarını O’na uygun bir şekilde kılarlardı. Hac ibadetini ifa ettiğinde ise sahabe, O’nun rehberliğini esas alarak hac görevlerini yerine getirirdi.

Sahabe-i kiram, dini doğrudan Allah Resulünden (a.s.m.) öğrenir ve öğrendiklerini fiilen hayatlarında uygularlardı. Bu suretle, İslam’ı yaşayan en güzel kişiler olarak yetişmişler ve dinin doğru bir şekilde tatbik edilmesini sağlamışlardır.

Mezhepler Nasıl Ortaya Çıkmıştır?

İslamiyet zamanla farklı kıtalara yayıldı. Sahabeler, farklı beldelere yerleşerek ilim ve irfanlarıyla İslam’a büyük hizmetlerde bulundular.

Mesela, Hz. Ali (r.a) ve Abdullah bin Mes’ud Kûfe’de, Enes bin Mâlik (r.a)  ve Ebû Musa el-Eş ‘ari Basra’da, Abdullah bin Ömer (r.a)  ve Zeyd bin Sabit (r.a)  ise Medine’de ilmî faaliyetler yürütüp yüzlerce talebe yetiştirdiler. Bu talebeler, tabiin olarak anılmakta ve Resulullah (a.s.m.)’ın bıraktığı ilim mirasını devralmışlardır.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), sahabelerin âlim ve fakihlerinden Muâz bin Cebel'i (r.a) Yemen’e vali olarak tayin ettiğinde ona sordu:

“Oraya vardığın vakit ne ile hükmedeceksin? Sana bir şey sorulduğunda, yahut bir davacı geldiğinde o müşkülü nasıl halledeceksin?”
Hz. Muaz (r.a): “Allah’ın kitabı Kur’ân ile” dedi.
Resulullah: “Kitapta bulamazsan?” diye sorunca;
Muaz (r.a): “Resulullah’ın sünnetiyle.” Diye cevap verdi.
Resulullah: “Onda da bulamazsan?” diye tekrar sorunca;
Hz. Muaz (r.a): “Onda da bulamazsam kendi içtihadımla hükmederim” diye cevap verince Resul-i Ekrem Efendimiz, “Allah’a hamd olsun ki, peygamberin elçisini (yani Muaz), peygamberinin razı olduğu şeye muvaffak buyurmuştur.[2]” diyerek Muaz ’ın bu sözlerinden dolayı memnuniyetini dile getirdi.

Sahabe Efendilerimizin yetiştirdikleri, Tabiin arasında içtihat yapabilecek seviyeye ulaşan çok sayıda âlim bulunmaktaydı. İbrahim en-Nehâî, Hasan el-Basri ve Tavus bin Keysan bu âlimlerden sadece birkaçıdır. Yerleştikleri beldelerde, yeni Müslüman olan topluluklar tarafından yöneltilen sorularla karşılaştılar. Hz. Peygamber’in nass (kesin ve açık hükümleri) ile ifade ettiği meselelerin illetini (hükmün gerekçesini) kavrayarak, benzer durumlarda bu hükmü genelleştirdiler. Ayrıca, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) maksadına uygun kararlar verebilmek için yoğun bir gayret içerisinde bulundular.

Bir mesele hakkında hüküm verirken, tabiin âlimleri sahibelerden aldıkları bilgileri esas alarak hareket ettiler. Hadisleri ve sahabîlerin sözlerini ezberlediler, öğrendiklerini derinlemesine anladılar ve farklı görüşleri değerlendirdiler. Eğer karşılaştıkları meseleyle ilgili sorunun cevabı, daha önce öğrendikleri bilgiler arasında bulunmuyorsa, kendi görüş ve içtihatlarıyla çözüm ürettiler.

Tabiin âlimleri bunları yaparken, aynı zamanda ilim halkalarında bir araya gelen talebelerini yetiştirerek, ümmetin dinî ve ahlâkî ihtiyaçlarına hizmet etmek için büyük bir gayret göstermiştir. Bu mübarek topluluk, İslâm hukukunun temellerini sağlamlaştırmak, ortaya çıkan meseleleri derinlemesine inceleyip şer’i hükümler ortaya koymak suretiyle, kendilerinden sonra gelen nesillere rehberlik etmiştir. Bu müstesna nesil ise, İslâm ümmetinde Tebe-i Tabiin ismiyle anılmış ve ilmî çalışmalarıyla iz bırakmıştır. İmam-ı Azam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafii, Ahmed bin Hanbel, gibi büyük âlimler, bu neslin önde gelenleridir. Öyle ki, İmam-ı Azam, bazı sahabeleri görme şerefine nail olmuş, fakat ilmî hüviyeti itibarıyla Tebe-i Tabiin içinde değerlendirilen bir müçtehittir.

Tebe-i Tabiin âlimleri sahabenin ve tabibinin içtihatlarını bir araya getirerek Müslümanların karşılaştığı meseleler üzerinde fikir üretmişlerdir. Karşılaşılan yeni meseleleri çözmek amacıyla kendi içtihatlarını da ortaya koymuş, ümmetin dinî meselelerde doğru bir yolda ilerlemesini temin etmişlerdir. Binlerce mesele üzerinde yaptıkları bu fikrî çalışmalar neticesinde, Müslümanlar için belli esaslar ve yöntemler belirlemişlerdir. O dönemde ise, fıkhî mezheplerin teşekkülü gerçekleşmiştir.

Mezhepler, insanlığın değişen ihtiyaçlarına ve farklı şartlarına uygun bir şekilde İslam’ın rahmetini ve hikmetini yansıtmayı başarmıştır. Böylece, mezhepler İslam’ın evrensel mesajını çeşitli hayat şartlarına tatbik edebilmek için bir rahmet vesilesi olmuştur.

Mezhep Nedir?

Mezhep, lügatte “gidilen yol, benimsenen yöntem” manasına gelir.

Istılahta ise, müçtehit âlimlerin Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet-i Seniyye, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ esaslarına dayanarak ortaya koyduğu şer‘î hükümlerin belirli bir usûl çerçevesinde toplanmasıdır.

Mezhepler, dinin ahkâmını anlamada ve tatbik etmede Müslümanlara rehberlik eden ilmî ve fıkhî izahlardır.

Mezhepler, İslâm ümmetinin dinî hükümleri doğru anlaması ve hayatına tatbik etmesi noktasında ehli ihtisas olan müçtehit âlimlerin içtihatları neticesinde teşekkül etmiştir.

Fıkhî mezhepler, Hanefî, Şafii, Maliki ve Hanbelî gibi müçtehit imamlar tarafından sistemleştirilmiş olup, Müslümanların amelî hayatını tanzim eden birer ilim mirasıdır.

Netice olarak mezheplerin farklı hükümleri, dinin kendinde var olan ve insanların farklılıklarını gözeten genişliklerdir. Bu farklılaşmaya işaretle Resul-ü Ekrem (a.s.m.), “Ümmetimin ihtilafı rahmettir”[3] buyurmuştur.

Mezheplerin görüş farklılıkları ile ilgili birkaç misal verelim:

Namazda El Kaldırma Meselesi

Namazda elleri kaldırma konusu, İslam mezhepleri arasında farklı yorumlanan bir konudur. Bunun sebebi, sahabelerin Hz. Muhammed’i (a.s.m.)   farklı şekillerde namaz kılarken görmüş olmalarıdır.

Peygamber Efendimizin yakın sahabelerinden biri olan Abdullah İbn Ömer (r.a.), namaz kılarken rükûya giderken ve rükûdan kalkarken ellerini kaldırıyordu. Bir gün başka bir sahabe ona: "Neden rükûya giderken ve kalkarken ellerini kaldırıyorsun? Hz. Peygamber bunu yapmıyordu." diye sordu. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a.) şu cevabı verdi: "Ben Hz. Peygamber’in böyle namaz kıldığını kendi gözlerimle gördüm. Eğer O böyle yapmasaydı, ben de yapmazdım.[4]"

Bu olaydan yola çıkarak mezhepler, namazda el kaldırma konusunda farklı uygulamalar benimsemiştir:

Hanefî mezhebi: Eller sadece namaza başlarken kaldırılır. Rükûa giderken ve kalkarken kaldırılmaz.

Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri: Eller, namaza başlarken, rükûa giderken ve rükûdan kalkarken kaldırılır.

Bu farklılık, sahabelerin Hz. Peygamber’den (a.s.m.)  gördükleri uygulamaları yorumlama biçimlerinden kaynaklanmaktadır. Yani herkes, gördüğü ve öğrendiği şekliyle namazı kılmaya devam etmiştir.

Sonuç olarak, namazın özü ve farzları değişmemiş, ancak bazı ayrıntılar mezheplere göre farklı uygulanmıştır.

Müçtehitler Arasında İhtilaf Olmasının Mahzuru Var mıdır?

Mezhepler arasındaki ihtilaflar, dinin özüne zarar veren bir bölünme değil, aksine İslam’ın geniş yorum imkânını ve rahmetini ortaya koyan bir zenginliktir. Önemli olan, bu tür farklılıkları bir çatışma unsuru olarak görmek yerine, her mezhebin delillerini anlamaya çalışmak ve İslam’ın birlik ruhunu muhafaza etmektir.

Bir kısım mağrur insanlar: “Şu meseleler, içtihadı meselelerdir. Bunlarda, mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihat ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tabi olmaya ne mecburiyetimiz var? diyerek dört mezhep imamına denklik iddia ederler ve ettiklerinin farkına varmazlar. Bu düşünce, mezhep imamlarının ve onların ilmi mirasının önemini tam olarak anlayamamaktan kaynaklanıyor.

Mezhep imamlarımız, adeta bir aile gibidir. Bu insanlar birbirinden tamamen kopuk, bağımsız ya da birbirine sırtını dönmüş kimseler değildir. Aksine, bir aile sıcaklığında ve yakınlığında ilişkilere sahiptirler.

Mesela: İmam Ebu Hanife Hazretleri, hacca gittiğinde İmam Malik ile görüşmüş ve onunla müzakerelerde bulunmuştur. İmam Şafii Hazretleri ise İmam Malik’in talebesidir. Aynı şekilde, İmam Ahmed bin Hanbel de İmam Şafinin talebesidir. Dolayısıyla birbirleriyle oldukça sıkı bir irtibata sahiptir. İçtihada, yani hükümler çıkarmaya gelince aralarında ihtilaf etmeleri gayet tabiidir. Ancak, birbirleriyle olan münasebetlerini, karşılıklı saygıyı ve muhabbeti muhafaza etme konusunda, hakiki ve samimi bir uhuvvetle ortaya koymuşlardır.

Bununla beraber mezhepler arasındaki farklılıklar öyle çok da değildir. Bediüzzaman Hazretleri “Şeriatın yüzde doksanı, zaruriyet ve müsellemat-ı diniye birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur.”[5] diyerek mezheplerin sadece yüzde onluk bir kısımda farklı içtihatları olduğunu ifade etmiştir.
Yine, Bediüzzaman Hazretleri mezheplerin farklı hükümlerindeki hikmeti, bir temsil ile şöyle anlatır:

“Eğer desen: hak bir olur; nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?

Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki:

Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır, tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır.

Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur.

Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir.

Diğer birisine ne zarardır ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mubahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur." İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlahiye mezheplere hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur.[6]

Yani biri dese ki: “Hak birdir. O hâlde mezheplerin farklı hükümleri nasıl doğru olabilir?”

Cevap şudur: Tıpkı su gibi…Su bazı hastalara ilaçtır, yani içmesi gerekir vaciptir.

Ama başka bir hasta için zararlıdır, içmesi haramdır. Birine az zarar verir, içmesi mekruhtur.

Birine faydalıdır ama şart değildir, içmesi sünnettir.

Birine ise ne zarar verir ne fayda, serbesttir, içmesi mubahtır.

Şimdi düşünün: Aynı su, beş kişiye göre beş farklı hüküm alıyor ama hepsi de doğrudur. Çünkü her biri farklı durumda. Hiç kimse diyemez ki “Su sadece ilaçtır, başka hükmü olamaz.”

Aynen bunun gibi, mezhepler de insanların farklı hâl, zaman ve ihtiyaçlarına göre farklı hükümler vermiştir. Bu farklılıklar Allah’ın hikmetiyle oluşmuştur. Allah her insanı farklı yaratmıştır; akılları, kalpleri, anlayışları, ihtiyaçları, yaşadıkları çevre ve zaman birbirinden ayrıdır. İşte bu yüzden, tek bir hüküm her insana aynı şekilde uygun olmayabilir. Allah da kullarına merhametiyle, bu farklılıklara göre dinin hükümlerini mezhepler vasıtasıyla çeşitlendirmiştir. Böylece her insan, kendi hâline en uygun olan yolda Allah’a kulluk edebilir.

Bu noktada şuna da dikkat etmek lazımdır. Bütün hak mezhepler Kur’ân ve sünneti seniyeden meydana gelmiştir.

O mezheplerin kurucularının isimleriyle anılmaları, kendi şahsi görüşleri olmasından değildir. Kendi görüşlerini Allah’ın emri gibi sunmak gibi bir cinayetten mezhep imamlarımız hadsiz derecede uzaktırlar.

Allah’u Teâlâ Kur’ân da, “Bilgisizce, insanları dalâlete düşürmek için Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?”[7] buyururken ve Allah Resulü de “Kim benim adıma yalan söylerse ateşteki yerini hazırlasın”[8]demişken elbette sıradan bir Müslüman bile böyle bir cinayeti işlemekten şiddetle sakınır.

Onların yaptığı, Kur’ân ve sünnette zaten var olan örtülü hükümlerini açıp göstermekten ibarettir.

Kur’ân ve Sünnetten Hüküm çıkartma meselesi bir İhtisas Meselesidir.

Hem İhtisaslaşma çağında yaşıyoruz; bu, sık sık dile getirilen bir gerçektir.

Mesela; Karnımız ağrıdığında doktora gidiyoruz, hukuki bir meselemiz olduğunda avukata başvuruyoruz. Neden mi? Çünkü yaşadığımız çağ, uzmanlaşmayı gerektiriyor. Bizim fark edemeyeceğimiz ya da gözden kaçırabileceğimiz çok önemli veya hayati meseleler olabilir. Bu sebeple, 'Bu işin uzmanına danışmalıyız,' deriz.

Ancak konu din olunca, işin ehli olan kişiler aklımıza gelmez hale geliyor. Peki, bu neden böyle? Oysaki din meseleleri, ahiretimizle doğrudan ilgilidir. Dünyada bir tıbbi hata yaptığınızda, bu yalnızca bedeninizi etkiler ve bu durum elbette ki önemsiz değildir. Ancak ahiret meseleleri, geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple, 'Yarım kasap etten eder, yarım hoca dinden eder,' sözü boşa söylenmiş bir söz değildir.

Ahiret hassasiyeti taşıyan bir insan, “Yarın huzur-u İlahiye çıktığımda, Allah Teâlâ bana nasıl amel ettiğimi ve neden böyle davrandığımı soracak. Elimde bir hüccetim, bir delilim olsun” düşüncesini taşımalıdır.

Bu hassasiyet içinde olanlar, 'Ben kendi gururuma yediremiyorum, başkasını taklit etmek istemiyorum,' gibi bir anlayışa kapılmamalıdır."

Buradan günümüze bir köprü kurabiliriz. Günümüzde mezhepleri, içtihatları veya mevcut fıkıh müktesebatını beğenmeyen bir kısım insanlar bulunmaktadır. Hepimizin malumu, Günümüzde bazıları 'Benden öncekiler ve benim dışımdakiler hata yaptı, doğruyu yalnızca ben buldum. Bana gelin, benim görüşüme uyun,' şeklinde bir tavır sergilemektedir. Oysa hiçbir mezhep imamında böyle bir tutum görülmez. Onlar, 'Sadece doğruyu ben buldum, diğerleri yanıldı,' demezler. Aksine, delilin zannî olduğunu kabul ederek, 'Benim ulaştığım sonuç, bilgi ve birikimimin beni ulaştırdığı noktadır. Eğer bu doğruysa Allah'tandır; yanlışsa bu, benim hatamdır,' derler.

Sonuç olarak, Mezheplerin ortaya çıkış sebebi ve nedeni ihtilaf değil, Kur’ân ve Sünnete bağlı kalarak, İslâm’ı anlama ve yaşama noktasında ümmet için bir genişlik ve kolaylık vesilesidir.


[1] Sözler, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s160,161

[2] Tirmizî, Ahkâm: 3; Ebû Dâvud, Akdiyye: 11; İbni Mâce, Menâsik: 38

[3] Fethu’l Kebir, 1656

[4] Buhari 739, Müslim 390

[5] Mektubat 2, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s497

[6] Sözler, Hayrât Neşriyat, Isparta 2015, s160

[7] En’âm 6/144

[8] Buhari, Ehadisu’l Enbiya 50


Paylaş

Facebook'ta paylaş

Whatsapp'da paylaş

Yorumlar (2)

Allah razı olsun ...

M S

MEHMET SATILMIŞ

31.01.2012

Allah razı olsun...Maşaallah

f y

Furkan Yılmaz

02.08.2011

Yorumunuz

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız