İslamdaki hak mezheblerin ortaya çıkmasındaki hikmet nedir?
Bediüzzaman Hazretleri, İctihad Risalesi olan 27. Söz’de mezheplerin ortaya çıkmasındaki hikmeti çok güzel bir şekilde izah etmiştir. Oradan istifadeyle mevzuyu bir nebze izah etmeye çalışacağız.
Peygamberimizden (sav) önce, farklı asırlarda farklı peygamberler gelmiş ve ümmetlerine farklı şeriatlar getirmişlerdir. İman esaslarında ve temel meselelerde farklılık olmamakla beraber, teferruattaki bazı hükümler farklılıklar olmuştur.
Bu farklılığın sebebi eski dönem insanlarının birbirinden uzak toplumlar olarak yaşamaları yüzünden aralarında çok ciddî karakter, kültür ve anlayış farklarının olmasıdır. Farklı seciyelere sahip bu insanların terbiyeleri için de farklı şeriatlar gelmesi İlâhî hikmetin bir gereği olmuştur.
Fakat, Peygamber Efendimiz (asm) ve ondan sonraki asırlarda insan toplulukları birbirleriyle yaklaşmış ve seciye ve anlayış farklılıkları nisbeten azalmıştır. Bu yüzden farklı şeriatlara da ihtiyaç kalmamıştır.
Bununla beraber, farklılıklar tamamen kalkmadığı için, bu sefer de İlâhî hikmetin bir gereği olarak mezhebler devreye girmiştir. İslam dini son ve tek din olarak gönderildiği için bütün insan tabakalarına ders verip terbiye edebilecek bir genişlikte gönderilmiştir. Bu genişliğin ve kuşatıcılığın bir numunesi de İslam mezhebleridir.
Bu noktada şuna dikkat etmek lazımdır. Bütün hak mezhebler Kur’an ve sünnetten çıkmıştır. O mezheblerin kurucularının isimleriyle anılmaları, kendi şahsi görüşleri olmasından değildir. Kendi görüşlerini Allah’ın emri gibi sunmak gibi bir cinayetten mezheb imamlarımız hadsiz derecede uzaktırlar.
Allahu Teâlâ Kur’an’da, “Bilgisizce, insanları dalâlete düşürmek için Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?” (En’am, 144) buyururken ve Allah Rasûlü de “Kim benim adıma yalan söylerse ateşteki yerini hazırlasın” derken, elbette sıradan bir Müslüman bile böyle bir cinayeti işlemekten şiddetle sakınır. Onların yaptığı, dinin, Kurân ve sünnette zaten var olan örtülü hükümlerini açıp göstermekten ibarettir.
Netice olarak mezheblerin farklı hükümleri, dinin kendinde var olan ve insanların faklılıklarını gözeten genişliklerdir. Bu farklılaşmaya işaretle Resul-ü Ekrem (asm), “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” (2) buyurmuştur.
Bununla beraber mezhebler arasındaki farklılıklar öyle çok da değildir. Üstad Hz. “Şeriatın yüzde doksanı, zaruriyat ve müsellemat-ı diniye (dinin kesin hükümleri) birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye (ictihad yapılan meseleler), yüzde ondur.” diyerek mezheblerin sadece yüzde onluk bir kısımda farklı ictihadları olduğunu ifade etmiştir.
Yine Üstad Bediüzzaman, mezheblerin farklı hükümlerindeki hikmeti, bir temsille şöyle anlatır:
“Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları (farklı farklı hükümleri) hak olabilir?
Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır, tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mubahtır (helaldir). İşte hak burada taaddüd etti (çoğaldı). Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur."
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlahiye (İlâhî hükümler) mezheblere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle (İlâhî hikmetin yönlendirmesiyle) ittiba edenlere (tâbi olanlara) göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.
Meselâ, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle (uygun görmesiyle) İmam-ı Şafiî'ye ittiba eden, ekseriyet itibariyle (çoğunlukla) Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup cemaatı birtek vücud hükmüne getiren hayat-ı içtimaiyede (toplum hayatında) nâkıs (noksan) olduğundan, herbiri bizzât dergâh-ı Kadıyy-ül Hacat'ta (İhtiyaçları gideren Allah’ın huzuruna) kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu (isteğini) istemek için, imam arkasında Fatiha'yı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir (tamamen haktır ve faydalıdır).
İmam-ı A'zam'a ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle, İslâmî hükûmetlerin ekserisi, o mezhebi iltizam etmesiyle (sahip çıkmasıyla) medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid (uygun) olduğundan; bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum kalben onu tasdik ve rabt-ı kalb edip (kalben birleşip), onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî Mezhebi'ne göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
(1) Buhari, İlim, 38
(2) Fethu’l Kebir, 1656