İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnû‘dur. Ve Sâni‘in gāyet hakîm olduğuna yaptığı vuzûh-u delâletle , sanki mücessem bir hikmet-i nakkāşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtârdır. İncimâd etmiş bir kudret-i basîredir. 1
Bediüzzaman Hazretleri burada insanı, hikmetle yaratılmış bir masnû yani sanatlı bir eser olarak nitelendirmektedir. Öyle ki insanın varlığı, yaratıcının ilim, kudret ve hikmetin en ince yansımalarını taşır. Hz. Üstad’ın ifadesiyle insan âdeta Cenâb-ı Hakk’ın Hakîm isminin tecelli etmesi hikmetin âdeta cisimleşmiş hali gibidir. Zira insanın her zerresinde hikmet görünmekte, varlığında gereksiz ve amaçsız hiçbir hususu bulunmamaktadır. İnsanın fizyolojik ve biyolojik varlığına dikkat edilirse her hücrenin vazifesi, vücut ile irtibatı, dış dünya ile olan iletişimi mükemmel, kusursuz ve tam da olması gerektiği gibidir. Bu kusursuz yaratılış elbette sonsuz bir ilim ve güç istemektedir. Dolaysıyla insanın varlığı hikmetlerle dolu olduğu gibi bu hikmeti sanat için ilm ve kudretinde olması gerekmektedir. İşte bu sebeple insan, varlığı ile hikmetin bir göstergesi olduğu gibi yaratıcının sonsuz ilmini ve kudretini de gösterir ve ilan eder.
Böyle olmakla beraber, öyle bir fiilin mahsûlüdür ki, isti‘dâdı irâde ettiği şeyi kendisine verir. Öyle bir in‘âm ve ihsânın kesîfidir ki, bütün hâcâtına vâkıftır. Öyle bir kaderin tersîm ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münâsib şeyleri bilir.
Bu ma‘lûmât ile her şeyin mâliki olan Mâlik’inden nasıl tegāfül eder? Ve bütün cinâyetlerini bilen ve hâcâtları gören ve vâveylâlarını işiten Semî‘, Basîr, Alîm, Mücîb olarak üstünde bir Rakîb’in bulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?
Bir önceki paragrafta Bediüzzaman Hazretleri insanın Rabbinin hikmetini, ilmini ve kudretini gösteren bir sanat olarak ifadet etti. Devamın da ise bunların yanı sıra insan bir fiilin neticesidir ki, bu fiil ona kabiliyet ve istidat vermiştir, demektedir. Dikkat edilirse insan için bir failin yaptığı fiilin neticesi olduğunu söyleyip o fiil ile kendisine bir istidad verildiğini belirtmiştir. Dolayısıyla insan Allah'ın yaratma fiilinin bir neticesi olduğu gibi kendisindeki kabiliyet ve istidat bir maslahat için verilmiştir. Öyle ki bu istidad, insanın iradesine yön verdiği her şeyi elde etmesine vesile olur. Yine öyle bir ihsana mazhardır ki bütün ihtiyaçlarını bilir ve temin eder. Ve öyle bir kaderin yani takdirin iradesi altındadır ki ona lazım ve uygun olan her şeyi bilir.
Dolayısıyla insanın her şeyin gerçek sahibi olan Mâlik’ini unutması veya O’ndan gâfil olması mümkün değildir. Çünkü bütün kusurlarını, günahlarını bilen, ihtiyaçlarını gören, feryatlarını işiten ve her duaya cevap veren Semî‘, Basîr, Alîm ve Mücîb olan bir Rabbin her daim kontrolü altındadır. Bundan dolayı, insanın üzerinde bir Rakîb’in, yani gözetleyicinin bulunmadığını zannetmesi aklen ve vicdanen mümkün değildir.
Ey nefs-i emmâre! Ne için kendini hâriç tevehhüm ediyorsun? Eğer evâmire imtisâl dâiresinden çıkarsan, ya herkesin ayağını öpercesine mürâât ve ihtirâm etmeye mecbûr olursun. Veya ehemmiyet vermeyerek ظَالِمٌ عَلَی الْكُلِّ olacaksın. Bu yük çok ağırdır, taşıyamıyacaksın. En iyisi, ecnebî olan şirki terk ile, mülküllâhın dâiresine gir ki, râhat edesin. Ve illâ sefîneye binip yükünü arkasına alan bir ebleh adam gibi olacaksın.
Hz. Üstad tüm bu izahların neticesinde nefs-i emmâreye doğrudan seslenerek onun en büyük yanılgısını ortaya koymaktadır. Zira nefs-i emmâre kendini hâriçte, yani Allah’ın hâkimiyetinin dışında, müstakil bir varlık gibi görmektedir. Hâlbuki bu, en büyük gaflettir. Bir kul, İlâhî emirlerin dışına çıktığında önünde iki yol vardır. Ya insanların teveccühünü kazanmak için onların her birine boyun eğip başkalarının rızâsını arayan bir zillete mahkûm olur; yahut da kimseye kıymet vermeyip, herkes üzerinde zorbalık kuran bir zalim olur. Her iki hâl de insan için ağır bir yüktür, taşınamaz bir mesuliyettir.
Bu sebeple, Hz. Üstad nefs-i emmâreye kurtuluş yolunu gösterir: “Ecnebî olan şirki terk et.” Yani kendini Allah’tan bağımsız, ayrı bir malik gibi görmekten vazgeç. Bütün mülkün Allah’a ait bulunduğunu idrak ederek O’nun dairesine gir, böylece gerçek huzur ve rahatı bul. Eğer bu hakikate yönelmezsen, gemiye bindiği halde yükünü sırtından indirmeyen ahmak bir kimse gibi olursun; yani Allah’ın kolaylaştırdığı teslimiyet gemisinde bulunmana rağmen, yükünü O’na bırakmayıp kendi kuvvetine güvenen bir eblehlik ve ahmaklık sergilersin.
Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Hayrat Neşriyat, Isparta 2016, s. 173

