Mesnevî-i Nûriye'de geçen "insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan" cümlesını izah edebilir misiniz?
Sualinizin cevabına geçmeden önce Risale-i Nur’dan aldığımız şu dört parağrafın mütalaasının faydalı olacağını düşünüyoruz:
“İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının (isimlerinin) cilvesine (görünmesine) mazhar ve nakışlarına (icraatlerine) medar ve kâinata bir misal-i musağğar (küçültülmüş numune) suretinde yaratmıştır. Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur… İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi (Allah’ın yazılarını) okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor.” (23. Söz)
“Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana "ene" (benlik) namında öyle bir miftah (anahtar) vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı (sırları olan) bir enaniyet (benlik duygusu) vermiş ki; Hallak-ı Kâinat'ın (kâinatın yaratıcısının) künuz-u mahfiyesini (gizli hazinelerini – isim ve sıfatlarını) onun ile keşfeder (anlar). Fakat ene, kendisi de gayet muğlak (kapalı) bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti (ne olduğu) ve sırr-ı hilkati (yaradılış gayesi) bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.” (30. Söz)
“Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi bir âlem-i misal var ki; o vazifeyi görüyor ve hakikatlıdır. Kuvve-i hâfıza Levh-i Mahfuz'dan haber verdiği gibi, kuvve-i hayaliye dahi âlem-i misalden haber verir.” (Barla Lahikası)
“Kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî (ruhla yapılan bir seyahat ve ilerleme) neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî (görerek) hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.” (29. Mektub)
Risale-i Nur’da geçen bu gibi bahislere istinaden deriz ki; insan, Allahü Teâlâ’nın bütün isim ve sıfatlarını gösterebilecek bir mahiyette yaratılmıştır. Kâinatta tecelli eden bütün esmâ-i hüsnâ, insan ruhunda da aksettiği için insan ile kâinat arasında bağlantılar vardır. Bu yönüyle insan küçük bir kâinat olmuştur.Yalnız şu var ki insanın bu hâle gelebilmesi için iman ve İslamın terbiyesi altına girerek ruhundaki bu kabiliyetleri inkişaf ettirmesi lazımdır.
İşte Mesnevî’deki, “insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan” cümlesinde anlatılmak istenen husus yukarıdaki hakikatlere dayanmaktadır. Yalnız burada şuna dikkat etmek lazımdır. İnsanın kalbi tabiriyle, çok defa insanın bütün manevî cephesi kasdedilir. Bu manaya göre, insanın manevî cihetinin, ruh dünyasında var olan bütün kabiliyet ve latifelerin her birisinin hem esmâ-i hüsnâ ile irtibatı vardır, hem de o esma’nın tecelli ettiği âlemlerle irtibatı vardır. Ruh bir yandan taşıdığı bazı kabiliyetlerle o âlemlerin örneklerini taşımış olur. Bir yandan da o örnekler birer pencere olup o âlemlerle o pencerelerden irtibatı olur.
Burada şöyle bir sual akla gelebilir. “Madem bu irtibat var, o âlemleri neden o pencerelerden seyredemiyoruz?”
Bu cevabın iki şıkkı olabilir. Birincisi; Üstadın tabiriyle, şu dünya bütün âlemin kalbidir. Dünya ve dünyanın damı olan yıldızlar âleminin görüntüleri her insanın ruhuna akseder. Önemli olan insan ruhunun imanla aydınlanıp, o âlemleri de esma-i hüsnâ ile aydınlanmış olarak görebilmesi ve o âlemlerden ruhuna nurlu levhaların aksetmesidir.
İkincisi; göremediğimiz sema tabakatı ile olan iritbata gelince şuurumuz taalluk etmese de o irtibat vardır. Meselâ, hafızanın levh-i mahfuzla, hayalin âlem-i misalle, ruhun âlem-i emirle irtibatı vardır.
Bazı yüksek ehl-i kemâlin kalb içinde yaptıkları manevî miracları da bu hakikate ışık tutsa gerektir. Çünkü evinde oturan ruhu da bedeninden ayrılmamış bir insanın sema tabakalarında gezmesi, Cennet ve Cehennemi görmesi ancak böyle mümkün olabilir. Yani ruhun irtibatı cihetiyle, o pencerelerden o âlemleri seyreder. Her şeyin hakikatini Allah bilir.