15. Sözün beşinci ve altıncı basamaklarını izah eder misiniz.?
Bediüzzaman Hazretleri 28.lem'ada bu hakikati veciz ifadelerle şöyle anlatmaktadır:
Bir hükûmetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz telefon, telgrafla, gâyet muntazam bir surette her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; âdeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu halde, ilmiye dairesi de oluyor.
Hem meselâ: Müteaddid devletlerin ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükûmetlerin bazan oluyor ki, müstemlekât cihetiyle veya imtiyaz haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükûmet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebetdardır. Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelatı, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her âdemde iştirakleri oluyor. Cüz'î mes'eleleri, temas noktalarında cüz'î tasarrufatta görülüyor. Yoksa her cüz'î bir mes'ele, daire-i külliyeden alınmıyor, fakat o cüz'î mes'elelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle daire-i külliyeden alınıyor gibi o dairede medar-ı bahsolmuş bir mes'ele şekli verilir tarzda ifade edilir.
İşte bu iki temsil gibi, semavat memleketi, payitaht ve merkez itibariyle gâyet uzak olduğu halde, Arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış manevî telefonları olduğu gibi, semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervahı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir. Hem âlem-i bâkiden ve dâr-ı bekadan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine daire-i tasarrufatı, perde-i şehadet altında Sâni'-i Hakîm-i Zülcelal'in hikmetiyle ve kudretiyle, her tarafta nuranî bir surette uzanmış, ve yayılmıştır.
Nasılki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, ve o cisme hükmedebiliyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedâhil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllîyatı ve cüz'iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani o cüzîler, cüz'î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür. Fakat bazan cüz'î ve hususî bir hâdise, büyük âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse, o hâdise işitilir. Ve bazan büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değildir, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Meselâ: Hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur'ânın hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbetdarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak, casus şeytanları tard ve def'ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur'ânînin derece-i haşmetini ve şaşaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şübhe getirmeyen derece-i hakkaniyetini ilâna bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan dahi, o ilân-ı tekvinîyi tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semaviyeye işaret eder. Evet bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan o casus şeytanları, böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile, melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur'ânînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur'ânî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise; cinnîlerin ve şeytanların, semavat ehlini mübarezeye müdafaaya sevkedecek bir iktidarları ve bir müdaheleleri bulunduğunu ifade için değildir, belki kalb-i Muhammedîden (A.S.M.) tâ semavat âlemine, tâ Arş-ı A'zam'a kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cinn ve şeytanların müdahaleleri olmadığına işaret için, vahy-i Kur'ânî, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahsolan bir hakikattır ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki; kalb-i Muhammedîye (A.S.M.) gelen vahy ve huzur-ı Muhammediyeye (A.S.M.) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedîye (A.S.M.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe getirmez diye Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan mu'cizane haber veriyor. (Osmanlıca 28. Lem’a)