Kuran-ı kerimden en bilgili insandan en cahil insana kadar herkesin tam hisse almasını detaylı bir şekilde açıklar mısınız? Ayrıca bu özelliğin neden mucize olduğunu açıklar mısınız?
Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm; 1400 senedir tüm insan tabakalarına hitap edip tüm insanlığın dünya ve ahiret saadetini temin eden, başkalarının benzerini yapmaktan âciz kaldıkları, Allah’ın büyük ve ebedî bir mucizesidir. Tek bir âyetinin dahi mislini getirmek mümkün değildir. Her bir sûresi, her bir âyeti hatta her bir kelimesi ve harflerinin dizilişi dahi çok cihetlerle harika ve mucizedir.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususta şöyle der: ‘’Hem nev‘-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmîden tut, tâ en zeki ve âlime kadar her birisi, Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakîkatleri fehmetmeleri; ve yüzlerce fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şerîat-ı kübrânın büyük müctehidleri ve usûlüddîn ve ilm-i kelâmın dâhî muhakkikleri gibi her tâife, kendi ilimine âit bütün hâcâtını ve cevablarını Kur’ân’dan istihrâc etmeleri, Kur’ân'ın, menba‘-ı hak ve ma‘den-i hakîkat olduğuna bir imzadır.’’ (Zülfikar, 150)
Yukarıdaki metinde Hz. Üstad özetle şunları söylemektedir: Kur’ân öyle bir kitaptır ki; en cahil ve avâm insanlardan tutunuz tâ en zeki ve âlim şahsiyetlere kadar bütün insan tabakaları, Kur’ân’dan kendi kabiliyetleri miktarınca hisselerini almışlardır ve almaktadırlar. Nice müctehidler, asfiyâlar ve âlimler içinde yaşadıkları asrın maddi ve manevi devâlarını Kur’ân’dan istifade ederek her biri onlarca cilt olan yüz binlerce tefsir kaleme almışlardır. İnsanlığın maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını ve müşkillerinin cevaplarını yine Kur’ân’dan çıkartarak sayısız kitaplarında insanlığa takdim etmişlerdir.
Bu kısa ve özet girişten sonra her ciheti ve sûrelerinden harflerine kadar istisnasız her cüz’ü mucize olan; beşerin taklidinden âciz kaldığı Kur’ân-ı Hakîm’den insanlığın her tabakasının ne cihetle istifade edip hissadâr olduklarını maddeler halinde özetlemeye çalışalım;
Belâgat; sözün fasih, akıcı, etkili, güzel, pürüzsüz olmasıyla birlikte, hitap edilen kimseye, içinde bulunulan duruma uygun düşecek şekilde söylenmesidir. Kur’ân’da öyle benzersiz bir belâgat var ki; ilk indiği asırdaki söz üstadları, edebiyatçılar ve şairler Kur’ânın belâgati karşısında diz çöktüler. Pek çokları sadece Kur’ân’ı dinlemek sûretiyle İslâmla şereflendiler.
Mesela; o zamanda yapılan şiir yarışmalarında dereceye giren yedi şiiri altın harflerle yazıp Kâbe’nin duvarına asmak âdettendi. Dereceye giren şiirlere ortak isim olarak ise Muallakât-ı Seb’a diyorlardı. O şiirlerden birisi de meşhur Lebid’in şiiri idi. Kur’ân geldikten sonra Lebid’in kızı babasının şiirini Kâbe’nin duvarından indirmiş. O’na sorduklarında o demiş: “Âyetlere karşı bunun kıymeti kalmadı.”
Hem bedevî bir edip; ‘’ فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرْ / Öyle ise emrolunduğun şeyi çatlatırcasına anlat!’’ (Hicr, 15/ 94) âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâgatine secde ettim.” (Zülfikar, 148)
Hem kitapların en güzelleri Kur’ân ile beraber okunduğu zaman, kim dinlese, kesinlikle diyecek ki: “Kur’ân, bunların hiçbirine benzemiyor. Demek Kur’ân bu kitapların derecesinde değildir. Öyle ise ya hepsinin altında olacak ya da hepsinin üstünde olacak. Altında olan şık ise hiçbir fert, hiçbir kâfir, hiçbir ahmak hatta şeytan dahi bunu diyemez. Öyle ise umum o yazılan kitapların üstündedir. Öyle ise mucizedir. Öyle ise kelâmullâhtır.’’ (bk, Zülfikar, 307)
Hem belâgatin dâhi imamlarından Abdülkahir Cürcanî, Sekkakî ve Zemahşerî gibi birçok âlimlerin bu noktadan hissedârlıkları ise elbette daha farklı ve yücedir. Dikkat edilirse Kur’ân’ın sadece belâgati cihetinde her tabakanın ayrı bir hissesi ve her tabakayı ayrı bir mucizelik yöne göze çarpmaktadır.
Hiçbir beşer sözü veya kitabı her yönden 1400 sene kendisine mürâcaat edilen bir kaynak olmaz. Çünkü insanların yazdığı kitaplar, kendileri gibi yaşlanıp eskimeye mahkûmdur.
Fakat üzerinden 1400 sene geçtiği halde her gruptan insanlar, çeşitli sebeplerle her devirde, her asırda, her zamanda Kur’ân’ı okuyup ona mürâcaat ediyorlar. Kur’ân, bütün zamanlardaki insanların ihtiyaçlarına cevap veriyor. Ortaya koyduğu hükümler, meseleler eskimiyor, vakti geçmiyor. Her asırda bütün insanların ihtiyacı olan hayatî mevzuları ders veriyor.
Vakti geldikçe, o asrın ihtiyaçları ortaya çıktıkça Kur’ân’ın o ihtiyaçlara cevap olacak işâretleri de taşıdığı fark edilerek o devâlar Kur’ân’dan alınabiliyor. Evet, zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor.
Âlimler, ilimlerini ondan alıyorlar ve almaya devam ediyorlar. Müctehidler ictihat hükümlerini ona bina ediyorlar ve hükümleri ondan çıkarmaya devam ediyorlar. Vâizler vaazlarını ve nasihatlerini ondan yapıyorlar ve yapmaya devam ediyorlar.
Duâ edecek kimseler duâlarını Kur’ân’dan öğreniyorlar. Hastalar şifaları için ona mürâcaat edip okuyorlar veya okutuyorlar. Hatta bilim insanları dahi bazı buluşlar için Kur’ân’dan istifâde ediyorlar. Bütün bunlar, Kur’ân’ın gençliğini ve tazeliğini ve tüm insan tabakalarının kendi ihtiyaçlarına göre hissedârlıklarını açıkça gösterir. Bu da onun hak kelâm olduğuna açık bir delil oluyor.
Kur’ân-ı Hakîm; imanın altı esasını ve bunlardan çıkan pek çok imânî meseleleri öyle anlatmıştır ki, tarih boyunca pek çok felsefe cereyanları bazen o meselelerin en küçükleri içinde boğulup çıkamamışlardır.
Hem Kur'ân’da öyle bir şeriat var ki, bir insanın, üstelik ümmi olduğu halde, miras, eşya, ceza, aile, idare hukuku gibi hukukun bütün çeşitlerini asırlarca insanlığı saâdet, adâlet ve hakkaniyetle yönetecek bir şeriatı tek başına yapması mümkün değildir. Hâlbuki diğer beşerî hukuk sistemlerinin her birisi asırlar boyu süren çalışmaların neticesidir ve hiçbiri, insanın tek başına yaptığı bir çalışmanın mahsulü değildir. Kur'ân’ın nâzil olduğu yirmi üç sene gibi çok kısa bir süre içerisinde bütün hukuk çeşitlerini adâletle ortaya koyması ve tüm kesimlerin hukukî ihtiyaçlarını Kur’ân’dan alması elbette onun bir insan sözü değil, Allah sözü olduğunu açıkça ispat eder.
Hem Kur'ân; cennet ve cehennemden öyle bahseder ki, insan okuyunca gerçekten çok etkileniyor. Cennetle alâkalı âyetleri okurken sanki yaşıyor gibi lezzet alıyor ve oraya olan şevki artıyor. Cehennemle ilgili âyetleri okurken de ciddi şekilde korkuyor ve endişeleniyor. Bu noktadan herkesin, hiç görmediği âhiret âlemlerinden istidadı nisbetince haberdar olup hissedâr olması da ayrıca bir mucizedir.
Hem ancak fenlerin gelişmesi ile ortaya çıkan; denizlerde tatlı ve tuzlu suyun birleşmemesi, ana rahminde ceninin üç karanlık içinde yaratılması, göklerin devamlı genişletilmesi ve dünya semasının koruyucu bir tavan olması gibi Kur’ân’ın bin dört yüz sene evvelden bahsettiği öyle fennî konular var ki, hakperest bilim insanları bunlar gibi nice yüksek hakikatleri Kur’ân’dan istifade ederek izah etmişlerdir.
İşte Kur’ân, bunlar gibi daha öyle yüksek ilim ve hakîkatlerden ve çok çeşitli meselelerden bahsediyor ki; yüksek ilim sahipleri meslekleri ve meşrepleri cihetiyle hissedâr olup yazdıkları kitaplarında bu hakikatleri ortaya koymaktadırlar.
Sevgili Peygamberimiz (sav), Kur’ân’ın yaşayan bir halidir. Sahip olduğu benzersiz ahlâkın kaynağı Kur’ân-ı Hakîm’dir. Hz. Peygamber (sav); taklidi mümkün olmayan, gelmiş geçmiş bütün kitapların en mükemmeli olup Allah'ın fermanı olan bu mucize kitaba (Kur'ân-ı Azim’üşşan’a) tercümanlık yapma yetkisi verilmiş, en yüksek makamda bir peygamberdir. Bu noktadan Peygamber Efendimiz (sav), Kur’ân’ın en büyük mucizesidir.
Peygamberimizden sonra başta sahâbeler olmak üzere âlimler, evliyalar, asfiyalar ve sâlih insanlar Kur’ân’a uyarak bu yüce vasıfları almışlardır. Sahâbelere peygamberlerden sonra en büyük makamı kazandıran Kur’ân’dır. Âlimler ilimlerini Kur’ân’dan almışlardır. Evliyalar Kur’ân’a uyarak Allah’ın dostu olmuşlardır. Hatta fen âlimleri dahi bazı buluşlarını Kur’ân’dan istifâdeyle yapmışlardır. Kur’ân, bütün insan tabakalarının ihtiyaçlarını karşılamış, onlar için ilim, hikmet ve hakîkat kaynağı olmuştur. İnsanlığın güneşleri, ayları ve yıldızları mesabesindeki bu nuranî zâtlar, Kur’ân’dan hissedârlıkları cihetiyle şerefli makamların sahibi olmuşlardır.
Kur’ân'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden biri de onun usandırmaması ve dinleyenlere tat vermesidir. Buna Kur’ân'ın halâveti, yani tatlılığı denir. Üstad Bediüzzaman bu hususta şunları söyler: "Kur’ân'ın manasını anlamayan cahil halk tabakasına karşı da Kur’ân-ı Hakîm, usandırmamak sûretiyle mucizeliğini gösterir. Evet o âmi, cahil adam der ki: "En güzel, en meşhur bir beyti iki-üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur’ân ise hiç usandırmıyor, gittikçe daha ziyade dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü değildir." (Zülfikar, 307))
İnsan, çok sevdiği bir yemeği her gün yese belli bir zaman sonra bıkar. Onun için “Bal yiyen baldan usanır” denilmiştir. Bunun gibi çok sevdiği bir müziği devamlı dinlese belli bir zaman sonra o müzikten usanır. Çok güzel ve sevdiği bir kitabı en fazla birkaç defa okur, daha okuyamaz.
Fakat Kur’ân böyle değildir. Kur’ân’ı ne zaman açıp okusak bıkmıyoruz. Başkalarından dinliyoruz, yine usanmıyoruz. Âdeta ilk kez okuyor veya dinliyor gibi lezzet alıyoruz. Hatta radyolarda, televizyonlarda, câmilerde sürekli okunmasına rağmen insanlar bıkmadan dinlemeye devam ediyor. Bu kadar zaman geçtiği halde asırlardan beri tazeliğini ve tatlılığını koruyor. Tüm mü’minler, Kur’â’ın bu mucizevî yönünden kabiliyetleri miktarınca istifade ederek hissedâr oluyorlar.
‘’Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kalplere kuvvet ve gıda ve akıllara kut ve zenginliktir. Ruha su ve ışık ve nefislere deva ve şifa olduğundan usandırmaz.’’ (Zülfikar, 91) Demek tüm kalpler, akıllar, ruhlar ve nefisler Kur’â’nın hakikatlerine ve sözlerine her daim muhtaçtır.
Mesela, bir Müslüman sâdece namazlarında, günde 40 defa Fâtiha Sûresi'ni okur. Bir yılda aynı sûreyi 14.600 defa, bir ömürde ise 1.000.000 küsur defa okur, ama bıkmaz ve usanmaz. Her okuyuşta, sanki yeni nâzil olmuş ve ilk defa okuyormuş gibi heyecanla okur. Tam bir lezzet ve feyz alır. Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta bu hususiyet yoktur.
Yine en çok okunan sûrelerden biri olan İhlas Sûresi, namazlarda çokça okunduğu, ölmüşlerin ruhlarına üç İhlas bir Fatiha gönderildiği, kabir ziyaretlerinde on bir defa okunduğu, Arefe günlerinde ve yolculuklarda tam biner defa okunduğu halde asla usandırmaz. Okuması da dinlemesi de lezzet verir.
Hem mesela, ömür boyu çokça Kur’ân okumuş, her sene defalarca baştan sona hatmetmiş müminler hususen hafızlar hiç usanmadıkları gibi, yaşlılık dönemlerinde daha da Kur’ân üzerine düşer ve ayda birkaç defa hatmetmeye başlarlar. Sorulduğunda, usanmak şöyle dursun, gittikçe Kur’ân okumaktan daha büyük bir lezzet aldıklarını ve okumakla huzur bulduklarını ifade ediyorlar. Dünyada bu şeklide ezberlenen ve bu derece çok okunan başka hiçbir kitap yoktur. İşte bu da Kur’ân'ın Allah kelamı olduğunun ve her tabakadan okuyan ve dinleyen insanların pek çok manevi feyizlerinden ve zevklerinden hissedâr olduklarının açık bir delilidir.
Öyle bir kitap düşünelim ki, bizim lisanımızda olmayıp başka bir dilde olsun. Hem karıştırmaya sebep olabilecek, birbirine benzeyen çok ibâreleri olsun. Hem 600 sayfadan fazla olsun. Elbette böyle bir kitabı ezberlemek çok zordur. Küçük çocukların ezberlemesi ise daha da zordur. Çünkü bazen kolay ezberlenecek bir sayfayı ezberleyemiyoruz. Ezberlesek bile her kelimesine kadar sağlıklı bir ezber olmuyor. Sonra hemen unutuyoruz.
Fakat binlerce kişinin, husûsen çocukların bazen altı ayda, birbirine karıştırmadan, kelime kelime Kur’ân’ı ezberleyip hâfız olması ve baştan sona kadar ezberden okuması gerçekten çok dikkat çekicidir. Dünyada bu büyüklükte ve bu kadar çok ezberlenen başka bir kitap yoktur. İşte küçücük çocukların başka kitapları değil; sâdece Kur’ân’ı bu şekilde kolayca ezberlemesi, Kur’ân’ın mucizeliğine ve kelâmullâh olmasına ayrı bir delildir. Kolay ve çoklukla ezber edilmesi cihetiyle dahi insanlığın Kur’ân’dan hissedârlığı harika bir hususiyettir ve elbette mucizedir.
Şu âyet-i kerîmelerde Kur’ân’ın şifa olduğuna açıkça işâret edilmiştir:
“Hem Kur’ân’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, O mü’minler için bir şifa ve bir rahmettir.” (İsrâ, 17/82),
“Ey insanlar! Muhakkak ki, size Rabbinizden bir nasihat, gönüllerde olana bir şifa ve mü’minler için bir hidâyet ve bir rahmet (olan Kur’ân) gelmiştir.” (Yunus, 10/57)
“De ki O (Kur’ân) iman edenler için bir hidâyet ve şifadır.” (Fussilet, 41/44)
Bediüzzaman Hazretleri hastaların ve sekerâtta olanların Kur’ân’dan hissedârlıklarını şu şekilde ifade eder: ‘’En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan (incinen) bir kulağa nâ-hoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekerâtta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ'-i zemzem (zemzem suyu) gibi lezîz geliyor.’’ (Zülfikar, 91)
Peygamberimizin hem kendisine hem de bazı rahatsız ve hasta olan kimselere Kur’ân’dan Âyete’l-Kürsî, Felak, Nâs, Fâtiha gibi bazı sûre ve âyetleri şifa için okuduğuna dâir rivâyetler vardır. Ayrıca buna dâir pek çok kıssa ve hâtıralar da anlatılır. Tüm hastaların hatta ölüm döşeğindeki mü’minlerin dahi Kur’ân’dan hissedârlıkları mucize değil de nedir?
Bedîüzzaman Hazretleri bu hakikate işâreten 28. Lem’a’da şöyle diyor: “Demek o hurûfların (harflerin) okunmasıyla ve yazılmasıyla maddî ilaç gibi şifa ve başka maksatlar hâsıl olabilir.” (Lemalar, 292)
Kur’ân’ın lafızları, mânâları mucize olduğu gibi yazısında dahi mucizeleri vardır. Özellikle ‘aklı gözüne inmiş, görmediğime inanmam’ diyen bu asrın madde ile bulanmış gözlerine hitap eden mucizevî yönleri dahi harikadır. Bu noktada dost düşman her gözün dahi bir hissedârlığı vardır.
Bunlardan birisi; bütün sayfalarının âyetle başlayıp âyetle bitmesidir. Kur’â’a mahsus bu harika hususiyete “âyet ber kenar” denir. Hâlbuki âyetlerin uzunlukları farklı farklıdır. Tek kelimelik, birkaç kelimelik âyetler olduğu gibi, yarım sayfalık hatta bir sayfalık âyetlere kadar pek çok uzunlukta âyetler vardır. Buna rağmen hiçbir sayfanın sonunda bir âyet bölünerek diğer sayfaya geçmez. Muhakkak sayfa ile beraber âyet de sona erer. Kur’ân’ın ‘âyet ber kenar’ denilen bu özelliği onun gözlere bakan bir mucizesidir.
Yazısındaki diğer bir hârikası ise Tevâfuk mucizesidir. Tevâfuk, birbirine denk gelme veya uygun olma mânâsındadır. Bedîüzzaman Hazretleri’nin emriyle talebelerinden Ahmet Hüsrev Altınbaşak Efendi'nin 40 senede 9 defa yazdığı Kur’ân’da bu mucize ortaya çıkmıştır.
Mesela, başta Allah ve Rab isimleri olmak üzere aynı kökten gelen kelimeler; alt alta, karşı karşıya veya sayfalar arasında sırt sırta gelerek güzel ve mânidar şekilde diziler oluştururlar. Tüm Kur’ân’da bulunan 2806 âdet Allah lafzı ve 846 âdet Rab lafzı ile aynı kökten gelen kelimeler bütün sayfalarda çok kesretli bir şekilde tevâfuk ediyorlar. Bu da bu işin tesâdüf olmadığını gösteren ve Kur’ân’ın hak olduğuna başka bir delildir. Demek her bir gözün dahi Kur’ân’dan hissedârlığı vardır.
Son olarak şunu söyleyelim: Kur’ân’ın mucizevi yönlerinden sadece ehl-i îmân değil müşrikler dahi hissedâr olmuşlardır.
Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şöyle bildirir: ‘’Hatta Kureyş’in rüesasından (reislerinden) müdakkik (dikkatli) bir belîğ, müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş, dinlemiş. Dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti (tatlılığı) ve tarâveti (tazelik) var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı (tabi olanları) kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte Kur’ân-ı Hakîm’in en muannid (inatçı) düşmanları bile fesahatinden (açık ve düzgün oluş) hayran oluyorlar.’’ (Zülfikar, 91)
Bedîüzzaman Hazretleri 25. Söz Mucizât-ı Kur’âniye Risâlesi’nde Kur’ân’ın kırk ayrı yönden mucize olduğunu âyetlerden numuneler göstererek ispat eder. Demek her asırda her insan tabakasının Kur’ân’dan ayrı ayrı hissedârlıkları vardır. Öyleyse Kur’ân, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (cc) hak bir kelâmıdır ve mucizedir.